Ana SayfaYazarlarKendi küçük hikâyem - 2

Kendi küçük hikâyem – 2

Seçim sonuçlarını konuşmak gözden düştü bile, zaman öyle hızlı işliyor ki. Fakat yine de hikâyelere değer verenler vardır diye yazıyorum. Sayısız kıymetli analiz oldu şüphesiz, benimki dil üzerinden birkaç deneyimin paylaşılması olacak.  

 

AK Parti iktidara gelir gelmez ABD Saddam Hüseyin’nin kimyasal silah bulundurduğuna dair düzmece raporlarla Irak’a saldırı başlattı. Şehirler yerle bir edilir, kütüphaneler yakılır, müzeler yağmalanırken Ortaoğu’daki kardeşlerimizle yüz yüze buluşup ortak irademizi ve kaderimizi konuşmak üzere Doğu Konferansı inisiyatifini oluşturup 2003’te Şam’a doğru yola çıktık. Hakan Albayrak, Nuray Mert, Oral ve İpek çalışlar, Nihal Bengisu, Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan, Ömer Laçiner, Aydın Çubukçu, Mehmet Bekaroğlu ve saymakla bitiremeyeceğim nice arkadaşlarla beş yıl boyunca Mısır, Lübnan, İran, Suriye gibi komşularımızı dolaştık görüşmeler yaptık, yazılar yazdık. Grubun çağırıcılarından Hrant Dink’in mihmandarlığında Erivan’a gittiğimizde oradaki kimi katı hasmane tutumlara kendini siper eden Dink oldu. Bu tecrübeleri “Bağdat Fragmanı” kitabımda anlatmaya çalıştım.

 

Hrant bölgenin barışında yol arkadaşımızdı, vurulmasıyla çok üzüldük, hepimiz nice yazılar yazdık, konuşmalar yaptık, peki Hrant’ın hayatının en önemli tecrübelerinden biri olduğunu söylediği bu yolculukların, dostlukların onu sahiplenenler tarafından neredeyse hiç anılmaması normal mi? Tuba Çandar’ın hakkında çıkan yazıları derlediği Hrant Dink kitabında hiçbirimizin yazısına yer verilmemesinin anlamı ne olabilir?

 

Bu arada Doğu Konferansı’yla eş zamanlı olarak Ortadoğu’daki işgallere, saldırganlığa karşı barıştan yana olan birçok sivil örgüt bir araya gelerek Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu oluşturulmuştu. Sol ve liberal grupların yanı sıra İHH, Mazlum-der ve Özgür-der de bu koalisyondaydı.  Sayısız eylem ve toplantı gerçekleştirildi. İki otobüsle İncirlik’e gitmiştik, ABD askeri üssünün varlığını protesto için. AK Parti hükümetinin elini kuvvetlendiriyorduk bir bakıma, antiemperyalist bir tutum alabilmesi adına. ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasına ve Irak’a buradan saldırmasına olanak tanıyacak tezkerenin Meclis’ten geçmesini önlemek için büyük gösteriler yapanlar da koalisyonun gönüllüleriydi, nitekim geçmedi tezkere.

 

12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumunda darbe anayasasına karşı olduklarını söyleyen insanlar tam aksi bir tutumla “hayır!” cephesi oluşturmuştu bile. Aklı selim sahibi olanlar ise; yeni bir anayasa gerekli, kısmi değişiklikler yetmez ama, evet dersek değişiklikler darbelerin özüne dokunur, bu da yeni bir anayasanın yolunu açabilir, diyorlardı. 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan demokratik açılım çalışmaları kapsamında edebiyatçılarla buluşmasında altı saat boyunca yaklaşık altmış kişiyi sabırla dinlemiş bizzat notlar almıştı. Hayatımızda yeni olan şeyin çözüm iradesi, cesareti, kararlılığı, statükoyu değil değişimi esas alan yönetim anlayışı olduğunu söylüyordu. Kendisini eleştirenler dahil bütün yazarları kucaklayan hal hatır soran bir başbakan. Ben de naçizane Cumartesi Anneleri’nin ıstırabını dile getirmiş ve her hafta aynı gün aynı saatte ve yıllardır Galatasaray Lisesi’nin önünde kayıp evlatların, eşlerin fotoğrafıyla toplanan annelere kulak vermesini dinlemesini rica etmiştim. Elbette başkaları da dikkat çekmiştir, fakat kısa süre sonra Dolmabahçe’de annelerle, ailelerle başbakanın buluşmalarında, Berfu Ana ile tanışıp dertleşmelerinde küçücük bir katkım olduysa ne mutlu bana. Fakat onlar hâlâ kayıplarının kemiklerini olsun bulmak istiyorlar.

 

Bu arada “Darbelere Dur De İnisiyatifi” Ümraniye’den gelen yaşlı sakallı amcalarla, Nişantaşı’ndan gelen kadınları yan yana daha özgür, eşitlikçi ve adil bir Türkiye için yürütmeyi başarmıştı bile. Galatasaray Lisesi’nin önünden başlayan bu gösteri ve yürüyüşlerin fotoğraflarını incelemek çok öğretici olacaktır. Cengiz Alğan’da, Şenol Karakaş’ta bol miktarda vardır umarım.

 

Bu arada “birbirimize sahip çıkıyoruz” inisiyatifini oluşturmuş, farklı eğilimlerden akademi, sanat ve edebiyat erbabından, çeşitli mesleklerden, soldan, İslamcılardan, farklı inançlardan, etnisitelerden kadınlar bir araya gelmiş, kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, şiddete karşı birbirimize sahip çıkmaya karar vermiştik.

 

2011 genel seçimleri gelip çattığında kadınların canı son derece sıkkındı ve başörtülü kadınların seçilme hakkının gasp edilmiş olmasını daha fazla taşımak mümkün görünmüyordu. Fakat her seçim bir hayat memat meselesi olarak görüldüğünden, bizde seçim Avrupa ülkelerindeki gibi kimi nüanslar, projeler yarışı olmayıp sürekli varlık yokluk meselesine gelip dayandığından bu sefer de susalım bakalım duygusu hakimdi açıkçası. 

 

Seçime kısa bir süre kala bir gece yarısı Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nden (Ak-der) Neslihan Akbulut arayıp da bildiri hazırladıklarını, “başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyasını başlatacaklarını, sabah Taksim’e gelip gelemeyeceğimi sorunca (Hill Otel miydi acaba), hayır demek mümkün değildi. Sabah canı gönülden basın toplantısındaydım.  Kimler yoktu ki masada; Özlem Yağız, Hidayet Şefkatli Tuksal, Hilal Kaplan, Fatma Çiftçi, Cihan Aktaş, Hasibe Turan ve nice yılların emekçisi kadınlar.

 

Kampanyaya karşı bazı köşe yazarlarının kullandığı dil karşısında dilimiz tutuldu gerçekten. İsimleri anmaya gerek görmüyorum konu zihniyet meselesi çünkü, “o kadınlar bu kadınlar, aklı iki karış havada kadınlar, kimi kadınlar, beyaz casuslar, şuursuzlar, derin güçler tarafından kullanılan insanlar, neden şimdi, zamanlama manidar, oyuna gelmiş kişiler, sizi kim konuşturuyor” söylemi karşısında “buluşan kadınlar” inisiyatifi çağrının bütün partilere olduğuna ve bu hak ve adalet talebini geri çekmeyeceklerine dair bir bildiri yayınladı. 

 

Farz edelim ki bu bir krizdi ama hiç iyi yönetilemedi. Hakkı teslim eden, engelleyici koşullar varsa onlardan söz eden daha yapıcı, anlayan gören bir dille yaklaşılabilecekken, kadınlar itibarsızlaştırılmak istendi. Bu İslami camianın ekseriyetinin kendi içlerinden çıkan yazan, fikir üreten kadınlara yaklaşımlarına dair acı bir tecrübeydi doğrusu.

 

28 Aralık 2011 akşamı TSK uçakları çoğu çocuk yaşta 34 silahsız masum insanı bombalarla öldürdü. Açılan dava daha sonra “kaçınılmaz hataya düşen personel için kamu davası açmayı gerektirecek bir sebep olmadığı” gerekçesiyle takipsizlik kararıyla kapatıldı. Hükümetten yapılan ilk açıklamalar kalpleri paramparça etti. İçişleri Bakanı canlarını kaybeden gencecik insanları suçlu ilan etmiş ve şimdi kurbanları yere göğe koyamayan bazı medya organları da ölenlerin, kendilerini öldürtmeleriyle ilgili suçlarını izaha girişmişti. 

 

“Buluşan kadınlar” grubundan birkaç kadın can havli taziyelerimizi iletmek, ellerini tutmak üzere buzlu yollardan Roboskili annelerin babaların yanına gittiğimizde yüzlerine bakmakta zorluk çekiyorduk. Mezarlara, diz boyu karlara bata çıka tırmanmıştık. Toprakların üzerine renk renk naylon çiçekler konmuştu.  Devletten, hükümetten gelecek bir özrü, kalpleri az da olsa yatıştıracak bir çift sözü bekliyorlardı. Namaz kılan Kur’an okuyan insanlardan söz ediyorum. Bunu özdeşim kurmaya yardım edebilir diye söylüyorum, bir ayrımcılığa sebep olsun diye değil. Suçları aşırı yoksulluk, başka bir köyden sürülmüş tarlaları yakılmış olmak, yapacak hiçbir iş kolu bulunmayan bu ücra yerde öte yanda kalan akrabalarıyla katır sırtında(bıçak sırtı mı demeli) ticaret yapmaktı. Peki, Roboski halkının müdafii olduğunu iddia edenler yılbaşı tatillerini askıya aldılar mı, hayır, yılbaşı bütün çılgınlığıyla kutlandı, bizler evlerimizde olayın şokuyla kahrolurken. Bu eğlenceye son vermek için ulusal yas ilan edilmesi gerekirdi, yas ne günler içindir acaba? Emine Erdoğan ve Bakan Fatma Şahin ziyarete gittiler ve bu önemliydi ama yaraları sarmaya yetmedi bildiğim kadarıyla. 

 

27 Mayıs 2013’te kamu hizmetinde kullanılmak koşuluyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne tahsisli olan Taksim Gezi Parkı’na tarihi ihya etme fikriyle Topçu Kışlası ya da bir takım söylentilere göre AVM ya da rezidans yapma fikri çıktı ortaya. İnsanların daha katılımcı demokrasi talepleri belirginleşmişken, bu yönde sıkıntılar, alametler varken, seçmen seçimden sonra da fikrini söylemeyi sürdürmek isterken oldu bu. Bölgedeki tek yeşil alana kastedileceği endişesiyle harekete geçenlerin çadırlar kurup beklemeye başlaması, çadırların yakılması karşısında her eğilimden, meşrepten insanın meydana koşması sonucu gelişen olayları, kontrolden çıkan iletişimsizliği hatırlıyoruz hepimiz. Burada dilin karşılıklı olarak kitleleri nasıl yönlendirdiğini çok iyi gördük. Gezi’yi etiketleyip bir kenara koymak yerine 20-30 başlıkta ele almak, soğukkanlılıkla analiz etmek bu pahalı tecrübeden herkesin önemli çıkarımlarda bulunmasını sağlayacaktır.

 

Birkaç ay sonra akademisyen bir heyetle, AB parlamenterleriyle Türkiye üzerine görüşmeler yapmak üzere Brüksel’e gittiğimizde gündemde neredeyse sadece Gezi vardı. Öncelikle Tayyip Erdoğan’sız bir AK Parti, sonrasında da AK Parti’siz bir Türkiye’nin mümkün olup olmadığını anlamaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Uzun vadede İslami değerleri savunan bir başbakan hiç de hoşlarına gitmiyordu. Yargı ve basınla ilgili kaygılarını dile getirmişlerdi. Öte yandan İsveçli diplomat Ingmar Karlsson’un “İslam ve Avrupa” kitabında anlattığı gibi İslam ve Müslüman düşmanlığı en sağduyulu Avrupalıyı bile etkiliyor. Irkçılığın, İslam’a bir ırk muamelesi yapmanın iyice yükselişe geçtiği Avrupa, İslam dünyasıyla Türkiye üzerinden iyi niyete dayalı içten bir köprü kurabilecek mi? AB’nin genişleme raportörü Maria Eleni Koppa devrik lider Muhammed Mursi’ye destek verilmesini, İsrail ile yaşanan uyumsuzluğu kötü gidişatımız olarak öne sürüyordu. AB’nin Türkiye delegasyonu başkanı Marc Pierini ise heyetimizden İdil Elveriş’in bir iyi niyet olarak vizeyi kaldırmaları talebine karşılık, bir jest olarak Erasmus öğrencilerinin sayısını artırmayı teklif etmişti. Kendi takvimleri, kendi zihni altyapıları var. Avrupa çıkar eksenli ve ilkesiz bir bakıma.

 

Peki yaşadığımız her şeyde suçlu olarak Avrupa’yı, dış güçleri ilan ederek sorunları çözmek mümkün mü? Kendimize düşenden başlamak aslolandır. Bu da yeni bir dilin kurulmasıyla ilgili. Seçimden kısa bir süre önce akil kişilerden biri mahkemeden olumlu karar çıktığı takdirde hiç vakit kaybedilmeden Topçu Kışlası’nın inşa edilmesi gerektiğini söylüyordu bir sohbette. Sağlam İrade ancak hiçbir girişimden, sözden, teşebbüsten geri dönmeyerek kamuoyuna gösterilebilirdi ona göre. İlkelerin adamı olmaktan, hak ve adaleti savunmaktan daha büyük güç olabilir mi?

 

Mustafa Kutlu ise yakın zamanlarda Cumhurbaşkanı’na Yeni Şafak gazetesinde açık bir mektup yazmış ve mahkeme ne karar verirse versin Topçu Kışlası’nı yapmaktan vazgeçin ricasını dile getirmişti. Bunun ‘eti için bülbülü öldürmek’ olacağını belirtiyor ve yazısının Gezi’yle bir alakasının da olmadığını belirtiyordu.

 

İnsanlar yapıcı birleştirici hüsnü zannı esas alan tatlı dilden hoşlanıyor, hiç kimse azarlanmak ya da başkaları azarlanırken kendisi övülmek istemiyor. Ya da en azından böyle düşünen insanların sayısı hiç de az değil.

 

Berkin Elvan meselesinde de failin bulunmaması bir yana söz yaraları derindi doğrusu. Kraldan çok kralcı insanlar güya kazanımları korumak, ana yolu sakınmak adına iyi eğitimli, dindar düşünen, itiraz eden nice genci züppelikle aşağılık kompleksiyle başkalarına yaranmayla itham etmeye mahkûm etmeye, susturmaya çalıştı. Sözünün değeri düşen, sürekli hainlikle, nankörlükle, geçmişi unutmakla suçlanan kim peki, İslamcılık uğruna nice mücadelelerden geçmiş bedeller ödemiş adamların ve kadınların idealist çocukları.

 

Dışarıdan tanımlanmak fiziki şiddetten de beter bir etki yaratır. Bize geçmişte söylenen burada tekrarlamak istemediğim nice kem söz nasıl ölümcül etkiler yaptıysa, aşağılayan, inciten, kitleleri hedef alan, rezonans etkisiyle toplumu saran “onlar bunlar” dikotomisi üzerine kurulan nitelemeler de gençlerin zihin dünyasını alt üst etti. AK Parti’yi desteklemeyi sürdürseler de “yetmez ama evet” haleti ruhiyesiyle oldu bu.

 

Kürt meselesinde de başka bir yazının konusu olabilecek kırılma noktaları var.  HDP tarafı çelişkilerle dolu bir yaklaşım sergilerken, açıkçası belirgin bir adım atmazken, nasıl oldu da kurdukları dille üstünlüğü ele geçirdi incelemeye değmez mi?

 

Peki dille ilgili şerhleri olanların dili nasıl bir de ona bakmalı. Gezi sırasında insanların pencerelerine doğru yaşlıları, bebekleri hiç kale almadan sokak aralarında tencere çalınmasının yarattığı terörize olma hissiyatı atlatılmış değil. Tek bir olaya takıldı ülke ama o spekülasyon, onlarca genç kadının sözlü ya da fiziki saldırıya maruz kaldığı gerçeğini değiştirmez.  

 

Geçtiğimiz günlerde Özgecan davasını takip etmek üzere Tarsus’a gelen, burada diğer kadın örgütleri gibi bildirisini okumak isteyen Kadın ve Demokrasi Derneği’nden kadınların fiziki saldırıya uğramasının açıklaması yok. Hiçbir şekilde tevil edilemez. Ayrıca özgürlüklerine görece de olsa yeni kavuşan on binlerce kadında yine “hizmet alan-hizmet veren”le başlayan eski baskı günlerine dönüş olur korkusu var.

 

Halep’ten Kobani’ye kadar gelen herkese kapısını açan hükümetin hiçbir takdir görmemesi, hayırla anılacak hiçbir icraatı olmamış gibi davranılması, çözüm sürecine giden yolları döşememiş gibi hakkaniyetsiz davranılması insanların ümidini kırıyor. 

 

Sosyal medyayı dolduran yargılanacaksınız, göreceksinizle başlayan linç ve nefret kampanyası. İşte bu yüzden mütedeyyin insanlar kendi iç eleştirilerini de dillendiremiyor, kendini susturulmuş hissediyor. Söylemeye çalıştığımız birçok şey bu yüzden zamanı değil, daha taşlar oturmadı denilerek kapatıldı. 

 

Fakat bu seçim bizi geçmişin yüküyle kendini kayıtlı hissetmeyen korku duvarını aşmış gençlerin yeni talepleriyle yüzleştirmeli. İstikrarı öncelemek daha çok orta yaş ve üstünün işi. Gençler özgürce konuşmayı, kendini ifade etmeyi, risk almayı istikrara tercih ediyor.

 

Bu ülkenin ihtiyacı kurucu, yapıcı bir dilin kurulması. Kimsenin ötekini yok saymadığı, incinen kaç kişi, kimsin ki sen, yaklaşımlarının hepimizden uzak olduğu bir lisan. Tek bir insanın kalbine dokunmayı kıymetli gören dilin, dilden dile yayılması. 

 

- Advertisment -