Ana SayfaYazarlarKışanak ve Anlı’yı hapsetmekle ne kazanılacak? (2)

Kışanak ve Anlı’yı hapsetmekle ne kazanılacak? (2)

 

Son yazımda Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın gözaltına alınmalarından hareketle, tam Kürt Sorunu çözülüyor derken nereden nereye geldiğimizi hatırlatmaya çalışmıştım.

 

Oradan devam ediyorum.

 

Darbeciler için bulunmaz bir ortam

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetiyle bir süredir ölüm kalım kavgasına giren FETÖ ve destekçileri, belli ki Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış koşulları hayli gözeterek bir darbe zamanlaması yapmışlardı.

 

Öyle ki, ABD ile ilişkiler uzun süredir limoniydi. Sebebi, hepimizin malumu olan Suriye politikalarındaki anlaşmazlık. Irak’ta ve Suriye’de olan bitenin Türkiye’ye ne getireceği bir türlü tam kestirilemiyordu. AK Parti hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bu durumdan rahatsızlıklarını hemen her vesileyle duyuruyor, ama fiili ve diplomatik kısıtlar nedeniyle istedikleri müdahale imkânı da bir türlü bulunamıyordu.

 

AB’nin aday üyesi olmamıza karşın, gelişmeler karşısında verilen tepkiler hem genel olarak AB hem de tek tek birçok Avrupa ülkesiyle taban tabana zıttı. Sanki ortak bir projenin mensupları değildik. İki geri bir ileri hallerimiz artık kronikleşmişti.

 

2015’in Kasım ayında uçağının düşürülmesiyle neredeyse savaşın eşiğine geldiğimiz Rusya ile arayı düzeltmenin arayış ve girişimleri başlayalı henüz çok yeniydi.  Türkiye, PKK ile kent savaşlarından, yıkımlardan ve IŞİD’in (DEAŞ/DAEŞ) canlı bombalarından yorgun ve bitap düşmüştü.

 

Erdoğan’ın beklentilerine artık karşılık veremediği anlaşılan Davutoğlu aniden gitmiş; özellikle dış politikada önemli değişikliklerin olacağına dair işaretleriyle kendine yeni bir yol arayan Binali Yıldırım hükümeti gelmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sistemini fiilen uygulaması ise her gün biraz daha ilerliyordu.

 

Hedefi HDP olan milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılmış; oldukça çok sayıda muhalif aydın, akademisyen, yazar ve gazeteci muhtelif gerekçelerle tutuklanmıştı. Birçok yazılı, görsel ve işitsel medya kuruluşu yasaklanma, kapatılma ve karartma yaşıyordu. Toplumun önemli bir bölümü  “Ne oluyor, nereye gidiyoruz, bu daha ne kadar böyle sürecek” diye soruyordu.

 

İşte Fethullahçı 15 Temmuz darbe girişimi tüm bunların üzerine, oldukça elverişli koşullarda geldi.

 

Darbe herkesi biraraya getirdi

 

Darbeyi planlayanlar, belli ki toplumun iktidarın uygulamalarının hedefi olan ve rahatsızlıkları bariz bir şekilde görülen bir kesiminin kendilerine destek verebileceğini hesaplıyordu. Ama umduklarının tam tersi oldu. Aralarında bazı farklar bulunsa da, parlamentodaki bütün partiler ve toplum çoğunluğu karşı çıktı ve darbecilere geçit vermedi. 

Darbeciler çok şeye kafa yormuş ama halkın nabzını tutamamış, zamanın ruhunu okuyamamışlardı.

 

Demokrasiyi ve seçilmişleri hedef alan bu asker-sivil karışımı cuntanın kanlı terörü ve tehdidi geri tepti. Önceki darbelerden farklı olarak hemen bütün siyasal özneler aynı tavırda buluştu. Bu durum beklenmedik ölçüde bir umut, iyimserlik ve dayanışma havası yarattı. Uzun zamandır süren siyasal gerilim ve kutuplaşma, yerini birbirini anlama ve demokrasiyi koruma hattında buluşmaya terketmeye başladı. Ortak bildiriler, liderlerin biraraya geldiği zirveler, darbe karşıtı mitinglere birlikte katılmalar, toplumda uzlaşma ve ortak hedefte buluşma isteğini besledi.

 

Toplum bu yeni havadan hoşnut görünüyor ve sürmesini istiyordu.

 

Direniş ve dayanışma iklimine rağmen birşey değişmedi

 

Ama uzlaşma ve demokrasiyi birlikte savunma iklimi uzun sürmedi. Türkiye’yi birçok bakımdan rahatlatacak bu ortam, nedense, izahı zor tutum ve davranışlarla göz göre göre heba edilmeye ve süratle eski günlere dönülmeye başladı.

 

MHP’nin epey zamandır devam eden rezervi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AK Parti hükümetinin politik tercihi, başından itibaren HDP’nin bu ortaklığın dışında kalmasına yol açtı. Bu, görmezden gelinemeyecek bir durumdu. CHP arasıra bu hususu eleştirir gibi yapsa da durum değişmedi.

 

Halbuki TBBM bombalanırken direnen milletvekilleri arasında HDP’liler de vardı ve ortak bildiriye parti olarak imza koymuşlardı. Sonrasında HDP, kendisini dışlayan üçlüyü en sert şekilde eleştirdi ve bu tür birlikteliği cepheleşme olarak gördüğünü, tehlikeli ve sürdürülemez olduğunu ifade etti.

 

Hükümet ise kent savaşları dönemindeki tavırları nedeniyle sorumlu gördüğü ve haklarında dava açılmış bulunan çok sayıda HDP’li belediye eşbaşkanlarınıOHAL’in tanıdığı imkanları kullanarak görevden alıp, yerlerine kaymakam gibi devlet memurlarını kayyum atamaya başladı.

 

HDP’nin çok yüksek oy aldığı yerlerde, yeniden seçime gitmek veya belediye meclisine seçilmiş olanlar arasından birini başkanlığa getirmek yerine, demokrasi bakımından epey sorunlu bir yolu tercih edilerek dışarıdan memurlar atandı. Bu, iktidarın bölgede sırf PKK’ya karşı değil, HDP ve DBP’ye karşı da izlediği sertleşme politikasının yeni bir merhalesiydi.

 

Eşzamanlı olarak, iktidar sözcüleri ve bazı yayın organları tarafından “PKK-FETÖ işbirliği” veya “IŞİD-FETÖ-PKK ortak hattı” gibi, bu örgütleri aynı siyasal blok içinde gören ve gösteren, inanılması oldukça zor ve kanıtları yetersiz bir dizi iddia ve söylem toplumun önüne sürülmeye başlandı.

 

Binali Yıldırım’ın gelişiyle zamandaş olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’nın ve AK Parti’nin içerde FETÖ, IŞİD ve PKK’ya karşı,  dışarıda ise özellikle Suriye ve Irak’ta olan bitene karşı yeni ve farklı bir yaklaşım ve strateji uygulayacağı böylece daha iyi görülüyordu.

 

Kime karşı atak ve agresif yeni strateji?

 

İktidarın bu yeni stratejisi önce sırf dış politika alanında uygulanacakmış gibi bir algı doğdu. Yerleşik diplomatik geleneğin ve ilişkilerin dışına çıkma, anlaşmazlıkların üzerine gitme ve kendi varlığı ve çıkarının altını çizme, risklere ve gücünün sınırlarına rağmen fizikman sahada olma, meydan okuyan bir dil kullanma… Geçici de olsa farklı ve bir bakıma aykırı kümelerin içinde bulunmayı göze alma ya da alabileceğini hissettirmenin ipuçlarını veriyordu.

 

Bu bağlamda, Rusya’yla bozulan ilişkiler büyük ölçüde düzeltildi. Ama şimdi, gerekirse daha da ileri gidilebileceği ima edilmekte. İsrail’le Mavi Marmara anlaşmazlığı sona erdi ve uzlaşma sağlandı. İran’la Irak ve Suriye sorunlarına yönelik diyalog artırıldı. Bölgede kısmi ortaklıklar için zemin yoklanıyor.  

 

TSK destekli ÖSO’nun, Cerablus’tan başlayarak batıda Afrin’e kadar ve güneyde El Bab’ı geçip Menbiç’e kadar inerek oldukça büyük bir alanı “terör örgütlerinden arındırılmış güvenli bölge” haline getirmesini amaçladığı belirtilen Fırat Kalkanı harekâtı, bu atak ve agresif stratejinin sahadaki ilk açık ifadesi oldu.

 

Bunun ardından IŞİD’i atmayı amaçlayan Musul operasyonunda yer almak üzere uluslararası koalisyona katılma çabaları, Irak yönetimi ile sert atışmalara ve ABD ile sıkı pazarlıklara neden oldu. Başika’daki Türk askeri kampının varlığı, Musul’a ve özellikle Telafer’e Şii Haşdi Şaabi birliklerinin girmesi ihtimali ve PKK’nın Şengal’de mevzilenmesi gibi konularda, tartışmalar atışma boyutunu aşıp Irak yönetimiyle karşılıklı tehditlere dönüştü.

 

Rakka’dan IŞİD’in (DEAŞ/DAEŞ) atılması operasyonunun, Fırat Kalkanı’nın bir biçimde boşa düşürülmesi için alelacele gündeme getirildiğini düşünen Türkiye, bu kez ABD ile bir satranç oyununa girmeyi göze almış görünüyor.  PYD/YPG’nin devre dışı bırakılması halinde Türkiye ve ÖSO’nun Rakka operasyon’na katılabileceğini ileri sürüyor ve pazarlık kozlarını masaya koyuyor.

 

Güçler ve dengeler

 

Bölgenin gerçekleri ve uluslararası güç dengeleri bakımından şartlar, Türkiye’nin bu yeni, atak ve agresif politikalarına uygun mu; bunu zaman gösterecek. Ayrıca, Türkiye böyle bir politikanın gereklerini yerine getirecek ve sürdürebilecek iktisadi-askeri güç ve kapasitesiye sahip mi, bunu da hiç şüphesiz zamanla anlayacağız.

 

Bölgeden kaynaklanan çok ağır sorunları yıllardır yaşayıp ciddi bedel ödeyen ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği aşikar. Bölge ülkeleri ve halklarıyla tarihi, kültürel, sosyal, dini, ticari, vb köklü bağlara sahip ülkelerin en önde gelenlerinden biri olması nedeniyle de, olan bitenlere ilgisiz kalması elbette beklenemez.

 

Bununla beraber, dış politikada devletlerin kendilerini tarihen haklı görmeleri (ve belki olmaları), kendilerine bir güç ve misyon atfetmeleri tek başına yeterli olmuyor. Hattâ bu politikadan o ülkenin yurttaşları hoşnut da olsa, sahada uluslararası meşruiyeti olan desteklerin, askeri güç ve dünya dengeleri gibi başka realitelerin hükmü yürüyor. Bu durum eskiden de böyleydi, şimdi de.

 

Dışarıda durum böyleyken, içerde de, böyle agresif bir politika izlemenin muhtemel sonuçları hakkında birşeyler söylemek mümkün.

 

İçerde hedef genişliyor

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti hükümetinin kendilerini karşıtlık içinde gördükleri her siyasi güce ve kesime yönelik yeni bir politik tarz, tercih ve sertlik içine girmeleri, memleket ahvalini tamamen değiştirmiş görünüyor.

 

Bunun ilk hedefi FETÖ, PKK (dolayımıyla HDP) ve IŞİD idi. Ama onunla sınırlı kalmayacağı ve diğer muhalefete doğru genişleyeceği kısa zamanda anlaşıldı.

 

Örneğin, merkezinde başkanlık sistemi olan anayasa değişikliğinin MHP desteğiyle referanduma götürülmesi bunların başında geliyor. CHP böylelikle çemberin dışına alınan ikinci güç oluyor. Ardından, yeniden gündeme getirilen “idam cezası” konusu bunu pekiştiriyor.

 

Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyon ise, bu atak ve agresif politikanın bazı iç güç ve çevreleri de hedef aldığını, ilâve söze gerek bırakmayacak kadar teyid ediyor.  

 

Cumhuriyet gazetesinin PKK’ya ve FETÖ’ye

destek verdiğine kim inanır?

 

Ama kabul edelim ki Cumhuriyet Gazetesi Vakfı’nın genel kurulunda yaşanan bazı problemler ile jakoben laikliğin Türkiye’deki kalesi sayılan bu gazetenin yayın yoluyla FETÖ ve PKK’ya destek verdiğini iddialarını birbirine bağlayıp aynı paket içinde polisiye operasyonlara konu yapmak, akıllara ziyan bir hamle olmuştur. 

 

PKK politikalarına destek konusu da Cumhuriyet gazetesini takip edenler için gülünç bir iddiadır. Barış ve Çözüm Süreci’nde bu gazetenin nasıl bir yayın politikası izlediğini, en iyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümeti mensupları bilir.

 

Fethullah Gülen zihniyeti ve örgütünün bu gazetede nasıl bir ideolojik ve politik mücadeleye hedef olduğunu anlamak için, bazı yazarlarının 15-20 yıllık köşe yazılarına bakmak yeterli fikir verecektir.

 

Bir gazetenin siyasal eğilimi iktidar karşıtı olabilir. İktidarın hoşuna gitmeyecek kesimlerin haber ve belgelerini yayınlayabilir, onların yorumlarına sayfalarını açabilir. Bundan hareketle o yayın organını örgüt destekçisi gibi tanımlamak, basın ve ifade özgürlüğü ilkelerinin a-b-c’siyle uyuşmaz. Hukuka ise hiç sığmaz.

 

Çok değil, birkaç yıl öncesine dönüp bakalım; Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk dâvâlarıyla ilgili haber ve yorumları bugün halen iktidara destek vermekte devam eden medya nasıl vermişti diye. Bugünkü mantıkla onların tamamının da yargı önüne çıkarılması gerekmez miydi?  Hattâ bu savcının iddiasıyla hareket edilirse, ortada herhangi bir basın organının kalmaması gerekir.

 

Basın ve düşünce özgürlüğüne yönelik hatâlı politikanın çok çok ağırlaşarak devam ettiğini görüyoruz. AKP+MHP bileşimiyle ve onların ideolojik ve politik alaşımıyla Türkiye’nin geleceği inşa edilmek isteniyorsa ve yola öncelikle muhaliflerin bir biçimde susturulması suretiyle çıkılmak isteniyorsa, bu yolun çıkmaz olduğunu belirtmek gerekir.

 

Daha fazla geç olmadan dönülmelidir. Varsa yasaları açıkça çiğnemiş birileri, onlar hakkında dâvâ açılacakken, bir gazetenin yazar ve yöneticilerini böyle toptancı muamelelere muhatap etmenin hiçbir yerinde hukuksal bir titizlik ve iyi niyet söz konusu olamaz. Vakit varken, gözaltındaki yazarlar ve yöneticiler serbest bırakılmalıdır.

 

Muhalefet edenleri bu tür tedbirlerle susturmak hayırlı gelişmelerin işareti değildir. Atak ve agresif politikalar izleyeceğiz derken, aralarında farklılıklar olsa bile Türkiye’nin toplumsal güçleri ve dinamiklerini darmadağın edecek tavırlara prim verilmemelidir.

 

HDP yük değil halen bir imkândır

 

Yazımızın ana konusu, HDP’li Kışanak ve Anlı’nın tutuklanmaları ve yerlerine yine bir kaymakamın kayyum atanmasıydı. İster istemez Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyon konusu da araya girdi. Aslında tam da anlatmak istediğimiz olumsuz gelişmelerin dört dörtlük bir örneği olarak gündemimizde yer aldı.

 

Tabii ki kimse eleştiriden azade değildir. Varsa hatâları ortaya konacaktır. Yasalar çiğneniyorsa yargısal mekanizmalar harekete geçirilecektir. Bu bakımdan, hatâ yapan veya üzerine düşeni yapmayan bütün siyasi özneler gibi HDP de eleştirilebilir.

 

Söz gelimi HDP, Barış ve Çözüm Süreci’nin daha serinkanlı ele alınması, güvensizliklerin giderilmesi, aksamaların zamanında müdahaleyle ortadan kaldırılması konusunda, İmralı ve Kandil’in belirleyicilikleri bir yana, az çok farklı yaklaşımlarını kamuoyuna da aksettiren, belirli ölçüde daha aktif bir rol oynayabilirdi. 

 

Örneğin barış görüşmeleri sürerken iktidarla daha dikkatli ve titiz bir ilişkinin ve buna bağlı politikaların tesis edilmesinde belki değişik bir insiyatif üstlenebilirdi.

 

Özellikle 7 Haziran seçimlerinde kendisine verilen toplumsal desteğin mahiyetini etraflıca anlatmak; “devrimci halk savaşı” ve “hendekli özyönetim” uygulamaları gibi uçuk politikaların yaratacağı fiziki ve fikri tahribata işaret etmek yönünde daha fazla çaba gösterebilirdi.

 

Son dönemde ağır can kayıplarına yol açan eylemlerin durdurulması yönünde PKK’ya daha fazla baskı yapabilir, Kürt Sorunu’nun çözümünde Türkiye’de silahla sonuç alınamayacağını daha yüksek sesle söyleyebilir, barışta ısrar edilmesi gerektiğini döne döne anlatabilirdi.   

 

Hakkaniyetli olalım, bunlardan bazılarını yapmaya da çalıştılar; ama buna rağmen eleştirilecek daha birçok yönleri olabilir.

 

Lâkin  şunu bilmemizde yarar var: Etnik sorun yaşayan her ülkede, yasal zeminde benzeri partiler bulunur. Onlara yönelik eleştiri ve tepkilerin dillendirilmesine rağmen, varlıkları gene de sorunun çözümünde bir imkân olarak görülür. Onların siyaset zemininden aşağı itilmesinin, sorunu çözmek bir yana, daha da ağırlaştıracağı dünyanın yaşadığı deneylerden bilinir.

 

Bugün HDP’ye yönelik eleştirilerin giderek onun varlığını hedef alma noktasına gelmesi doğru da olmaz, sonuç da vermez. Çünkü partileri var eden de yok eden de halkın ilgi ve teveccühüdür.

 

Kürt sorununu yaratan nedenler varlığını sürdürmeye devam ettikçe onun gibi bir partiye daima ihtiyaç olduğunu artık anlamalı ve kriminalize etmek tavrından uzak durulmalıdır. Bu bakımdan HDP mevcut siyasal sistemin sırtında bir yük değil, demokratik, barışçı ve eşitlikçi gelecek umudumuzun halen de bir imkanı olarak görülmelidir.

 

Hangi anlaşmazlık sonsuza kadar sürebilir ki! 

 

Barış ve Çözüm Süreci noktalandı, ama bu kadim sorunumuz ortalık yerde boylu boyunca duruyor. Sonuç almaya epey de yaklaşılmıştı. Halk bu süreci onaylıyor ve destek veriyordu.

Suriye’deki iç savaştan kaynaklanan farklı duruş ve beklentiler dönüp dolaşıp bizim barış ve çözüm hayallerimizi toprağa gömdü.

 

Şimdi esen sert rüzgarlar ister istemez bir süre sonra dinecek. Kürt sorunu hakkında şöyle ya da böyle düşünmüş ve davranmış insanlarla yeniden birarada yaşamanın yollarını aramaya ve konuşmaya devam edeceğiz.

 

Daha düne kadar, en fazla bir düzine insan hariç, geride kalanların — eline silah almış ya da almamış olsun — tamamını “topluma ve siyasete yeniden kazandırmak ” için kafa yormuyor muyduk?

 

Bu ihtiyaç ortadan kalktı mı? Hayır.

 

Şimdi bunları bir yana itip, Kürt siyasetinin en sevilen ve sayılanları arasında yer alan, bu topraklarda barış içinde bir arada yaşama konusundaki samimi ve ısrarlı tavırları yıllardır bilinen ve dikkat çeken kişileri malum iddialarla cezaevine gönderiyoruz. Kanayan yaraları büsbütün derinleştiriyoruz. 

 

Köprü olabilecek insanları çok rahat harcıyoruz.

 

KCK davalarıyla bir süre önce tutuklanmadık kimse bırakılmamıştı. Ne oldu? Ne kazanıldı?

Bunca gelişmeden sonra Kürt meselesi artık bir güvenlik ve asayiş sorunu olarak görülmemeli.

 

Bölgesel kalkınma sorunu olarak ele alınmasını vaktiyle AK Parti’nin nasıl eleştirdiği hepimizin hafızasında.

 

O halde Amerika’nın yeniden keşfedilmesine gerek yok!

 

Kapsamlı bir demokratikleşme hamlesi etkisini sadece Türkiye’de değil, bütün bölgede gösterir.

 

Kendi Kürtleriyle problemlerini demokratik ve köklü bir dönüşümle geride bırakmış bir Türkiye’nin bölgede oynayacağı rol, hiç şüpheniz olmasın, Suriye ve Irak’a tümenlerce asker sokmuş bir Türkiye’den daha güçlü ve etkili olacaktır.

 

Bir durup düşünsek diyorum, 93 yıl daha beklemesek

- Advertisment -