neden mi çok film izliyorum,
neden mi çok kitap okuyorum, babalık?
neden bu kadar çok rüya harcıyorum
ve bu kadar çok hikâye
bu kısacık ömrümde?
hemen her filmden, her kitaptan çıkınca,
neden dönüp çevreme bakıyorum,
dönüp kendime bakıyorum, dönüp
ben dediğim o duvar çatlağına,
anahtar deliğine?
“nerde benim kendi hikâyem, peki,
benim kendi hayatım, yahu?”
diye soruyorum, kendime,
“nerde bıraktımdı onu,
o fare deliğini ve o beyaz fareyi?
dur bakiyim, dur bakiyim,
nerye sızmış olabilir ki, nerye tüyebilir ki,
nerde olacak, canım,
şakağıma parmağımı sokuverdiğim yerde,
her zaman bıraktığım çukurda elbet yine!
at atılmaz, sat satılmaz bir sürü ıvır zıvır,
hurda harap hatırayla birlikte
birkaç saat önce bıraktığım delikte,
gündelik hayat dediğimiz,
ham çekimler, sinema şeritleri
ve kitap sayfalarıyla dolu
şu metruk mezbelelikte yani…
bense, seyrede ede,
başka hayatlardan, başka senaryolardan
tadımlık zevkler devşirmek için değil, artık,
seyrederken kafama sardırdığım
hayal şeritleriyle, rüya yumaklarıyla
yalnızca bana has bir gerçeklik,
yalnızca bana has bir krallık,
yeri göğü, cenneti, cehennemiyle
bana ait bir melekût kurmak için içimde
her gün daha çok hikâye,
her gün daha az gerçek hayat,
bazen gerçekten daha gerçek,
daha parlak, daha net,
katman katman tretman,
yumak yumak replika
ve boy boy benlik,
tür tür akıllılık, delilik emiyorum,
emiyorum habire ve yığıyorum içime.
bırakıldığı yerde, bırakıldığınca durmayan,
duramayan, canlanan, kıpırdayan,
bazen ırmak, bazen deniz gibi kabaran, çağıldayan,
ve dalda dalga çoğalan, dalga dalga çoğalan
hızlanan, akıp duran
bitmez tükenmez, diri, tempolu bir kendilik,
bir birlik, bütünlük kurmak için sıfırdan,
öyküler arasından öyküler,
trükler, trükler ve sahneler,
hortlaklar, hayaletler, gölgeler,
tek sahnede, değilse, tek perdede
eskiyen, çürüyen, tozuyan ve yenilenen,
yenilenen, sürekli yenilenen
yüzler, masklar, kişilikler
ve ruhlar seçiyorum kendime.
sonra ucuca ekliyorum onları
ve onlara kendimi…
bazen yekûndan düşmem gerekiyor
kimi kareleri, kimi sahneleri, kimi sekanslarıyla
bu ‘kendim’ dediğim şeyi.
böyle böyle, doldurup da içimi,
cin peri insan fare vesaire vesaire
cıvıltılarıyla, ağzımdan,
burnumdan, kulaklarımdan taşan
hayat kırpıklarından, film karelerinden,
kitap sayfalarından kanatlar yapıyorum kendime,
değişen büyüklükte kanatlar ve kuyruklar
ve kuşkusuz, değişen uzunlukta,
değişen yoğunlukta yazgılar,
varoluş biçimleri, varoluş eskizleri…
bazen at, bazen ot, bazen taş,
bazen kalem ve kılıç,
ve uçan dağ, uçan fare,
hani, artık gökten ne ki yağar, ne ki düşerse yere…
demek ki, yalnız okumuyor ya da seyretmiyorum,
bana göre, dünyanın gelmiş geçmiş en ilginç,
en özgün, en uzun ve yoğun tasarım örneğini,
‘kendim’i, kendi tarihimi yaratmış oluyorum, böylece,
yeryüzünde yaşanmış, düşlenmiş bütün hikâyeleri
kendi basit hikâyeme katarak, doğallıkla…
ve bir cihangir gibi tek kılıç darbesiyle
değil belki, değil belki, babalık,
ama bir fare gibi kemire kemire
parçalamış oluyorum, böylece
imgelemin boğazına bağlanan.
gündelik hayat denen o Gordion düğümünü.
çok film seyrediyorum, çok kitap okuyorum, evet…
ömrü sonsuza kadar çekip
uzatıvermenin değil, değil kuşkusuz,
ama yazgıyı damıtmanın, damıtmanın
ve damıta, incelte, en sonunda
sonsuzun iki ayağını bir pabuca sokmanın,
ebediyeti, belki yüz yirmi dakikalık
bir sinema filmine,
belki yüz yirmi sahifelik bir şiir kitabına
sığdırmanın yolunu arıyorum, sürekli
sonuçtan emin olmasam da, babalık.
19 Ekim 2010