'Dünya çok karanlık ve insanlar çok kötü' diyor. 'Dur!' diyorum ona, 'seçtiğin kelimeler sadece dünyayı tarif etmez, onu değiştirir de'. Var olmak konuşmaktır. Duyulmayan, tanınmayan ve hatırlanmayan yokluğa bırakılmıştır. Var olmak ancak öteki için ve öteki sayesinde mümkün. Varlık ancak ötekinden bir yankı bulduğunda anlamlanıyor. Sesimiz ve varlığımız önce öteki, sonra kendimiz içindir. Ötekine cevap vermekle mükellefim, onun cevaplarına yer açacak bir konuşmaya mecburum. Ahlaki bilinç bu konuşmayla başlar, ötekinin garipliği ve incinirliği benden bir tepki ister. Sesimiz başka sesleri, kelimelerimiz başka kelimeleri yankıladığında ahlaki bilincin alanına girmiş oluruz. Dil ötekinin varlığını yadsıdığında, ona cevap vermeye tenezzül etmediğinde veya nihai sözü söyleme hevesine düştüğünde, mütehakkim bir edaya bürünür. O mütehakkim ses dünyada ve ülkemizde bize hakikatin ne olduğunu on yıllarca telkin etti. Siyaset, sesi kısılmışlara ses olabildiği kadarıyla canlandı ve umut verdi.
Küreselleşen dünya önümüze bir dizi gerginliği de boca ediyor: Açılma ve kapanma, birleşme ve ayrışma, yok etme veya imar etme gibi. Sözgelimi Avrupa Birliği kendi içinde sınırları kaldırırken Teksas ve Meksika, İsrail ve Filistin arasına insanı ezen duvarlar örülüyor. Aslında bu iki kötücül tasarım da birbirinden ilham ve teknoloji ödünç alıyor ve meşruiyet kaynakları olarak bir diğerine işaret ediyor. Hızlı küreselleşme ve şehirleşme süreçleri bir dizi olumsuz sonuç da üretiyor. Artmış nüfus yoğunluğu, hızlı göç akımları, artan yoksulluk ve gelir adaletsizliği ve artık birbirine yakın yaşamak zorunda kalan toplumlar arasında giderek tırmanan çatışmalar, bunlardan birkaçı.
Risk toplumu
Yakınlarda yitirdiğimiz Ulrich Beck, giderek çeşitlenen aktör ve faktör arasında artan bağlantılara ‘risk toplumu’ adını veriyordu. Risk toplumunda ötekini kendimize tehdit sayacak ve onunla aramıza duvarlar mı öreceğiz yoksa onunla etkileşime girmeyi bizi zenginleştirecek bir tecrübe olarak mı mütalaa edeceğiz? Yakın olmak karşılıklı anlayış ve ticareti mi besler yoksa çatışmaları mı? Bu ikilemler üzerine herkes kendi meşrebince bir yaklaşım üretiyor.
‘Sınırlar bir fark yaratmak için çizilir: belli bir yer ile diğer alanlar, belli bir zaman aralığı ile diğer zamanlar, belli bir insan çeşidi ile insanlığın geri kalanı arasındaki fark’ diyor Zygmunt Bauman. Sınırlar güven de aşılar. Bize nerede ve nasıl hareket etmemiz gerektiğini gösterip, kendimizden emin hareket etmemizi sağlar. Bu rolü üstlenebilmeleri için de sınırlar işaretlenir. Mary Douglas’ın Tehlike ve Saflık’ta belirttiği üzere düzen, doğru şeylerin doğru yerde bulunması anlamına gelir. Sınır, neyin nerede “doğru” olduğunu ve neyin “yersiz” olduğunu bize vazeder. Yağda yumurta, kahvaltı tabağında iştah açıcı görünebilir ama yastığınızın üzerinde sadece tiksinti uyandırır. Yerinde olmayan şeyler pis sayılır. Pislik oldukları için süpürülmeli, kaldırılmalı, yok edilmeli ya da ait oldukları yere götürülmelidirler; tabii öyle bir yer varsa. İstenmeyenin ortadan kaldırılmasına “temizlik” diyoruz. Tıpkı bunun gibi, Suriyeli misafir, kimileri için bizim saflığımızı bozan, sokaklardan temizlenerek ait olduğu yere gönderilmesi gereken bir kimsedir. Çünkü yabancı kılık kıyafetiyle, duruş ve endamıyla, deri rengiyle fark edilen kişidir. O yerleşikler için bir suç ve tehdit unsurudur, ait olamamış kişidir. Onu yabancılığın işaretlerinin kaybolduğu yere geri göndermek ister, varlığıyla saflığımızı bozduğunu düşünenler.
Mülteciler: Fırlatılıp atılanlar
Aslında mülteciler yer değiştiriyor değildir, yeryüzündeki yerlerini yitiriyorlar; onlar hiçbir yere, Auge’nin “yer-olmayan”ına, Garreau’nun “hiç-şehir”lerine, Foucault’nun “Deliler Gemisi”ne, “kendi kendine var olan, kendi içine kapalı ve aynı zamanda uçsuz bucaksız denize terk edilmiş, yersiz bir yere” fırlatılıp atılmışlardır. Bauman, mülteci ya da sığınma kamplarının, çıkış imkânı ortadan kaldırılarak kalıcı hale getirilmiş, geçici yerleşim düzenekleri olduğunu söyler. Geldikleri yere dönemezler, geçinme imkânları kalmamıştır, evleri talan edilmiş ya da her şeyleri çalınmıştır. Ama geri dönecek bir yeri olmayan bu insanların gidecekleri bir yer de yoktur. “Kalıcı geçicilik”teki yeni yerleşim yerlerinde mülteciler “orada bulunmaktadır ama oraya ait değildirler”. Kabul eden ülkenin geri kalanından, görünmeyen ama yine de kalın ve geçimsiz bir kuşku perdesiyle ayrılmışlardır. İçinde zamanın durduğu bir boşluğa asılıdırlar. Ne yerleşmişlerdir ne hareket halindedirler; ne yerleşiktirler ne göçebe. Bu ifadeler, dünyanın pek çok yerindeki sığınma kampları için yerinde tarifler olabilir.
Türkiye’nin tecrübesinin ise biricik ve eşsiz olduğunu düşünüyorum. Batılı tarifler Türkiye’nin misafirlerini ağırlama yeteneği ve ahlakıyla büsbütün gözden geçirilmek zorunda. Türkiye Batı’nın küresel riyakârlığına karşı, diyalojik bir ahlakla hareket ederek Suriyeli misafirlerini ağırlamayı sürdürüyor. Gaziantep’teki kampları ziyaret eden Kanadalı ve Avustralyalı meslektaşlarımdan birisi, döner dönmez bana şöyle dedi. ‘İnsan bu kampları gördükten sonra Kanadalı veya Avustralyalı olduğunu söylemeye utanır’. Ben bu merhamet politikasından siyaset diline de tercüme edilebilecek bir tecrübe, bir sohbet paradigması oluşturulabileceğini ümit ediyorum. Türkiye’de siyasetin dili sıklıkla ötekinin olumsuzlanması ve geçersizleştirilmesi üzerine kurulu, ne olduğumuzu veya olabileceğimizi söylemekten ziyade ne olmadığımızı (hem de telaşla) söyleme mecburiyeti duyuyoruz.
İnsanın ilacı
İnsan insanın zehrini alır. Sohbet ve yarenlikle derindeki yaralarımız iyileşmeye tutar. Dünyanın bir tinsel devrime ihtiyacı var. Yakınlığın, içerdiği bütün risklere rağmen, her birimize ilaç olabileceğini sanıyorum. Her birimiz günün birinde başka bir ülkede yabancı olarak kendimizi bulabiliriz. Kendi ülkemizde birbirimizin yabancısı haline gelebiliriz. Bakhtin insanın bir kenarda durduğunu, her zaman uçurum sırtı yürüdüğünü söyler. Hepimiz ötekinin kenarındayız ve o da ‘bir öteki olarak benim’ kenarımda yürüyor.
Sohbetle dünyaya bir isim vermeye gayret ederiz. Sohbet dünyaya birlikte bir isim verme gayretiyle zuhur eder, eğer ismi ben vermek istiyorsam ve o da bu ismi kabullenmiyorsa zaten bir sohbet gerçekleşmez. Freire’nin dediği gibi, önce onun da dünyaya bir isim verebilme hakkını teslim etmekle işe başlarım. Bütün gayretim onun söz söyleme hakkını elinden alan şiddeti önlemek ve ona, onun kelimelerine dünyamda bir yer açmak için olacaktır. Ancak böylece eşit bir düzlemde bir konuşma başlatabiliriz. Bütün derdim benden farklı olan ondan bir şeyler öğrenmek ve dünyayı isimlendirmenin bu karşılıklı sohbetle gelişebilecek daha güzel yollarını bulmaktır. ‘Ufukların kaynaşması’yla ikimiz de toplamımızdan daha fazlası haline geliriz. Gerçek bir sohbet ikimizde de içgörüler yaratır ve bu içgörü ne sadece bana ne de sadece ona aittir. Burada korku ve sıkılmaya yer yok zira hakiki sevgi, korkuyu kovar. Sevmekle öğrenmeye de başlarız. Muhatabımın ne olduğunu, neye benzediğini, hikâyesinin bana ve dünyaya ne sunduğunu böylece anlamaya başlarım.
Hakikatin sürgünleri
İçinde yaşadığımız çağda hepimiz hakikatin sürgünüyüz ve derme çatma bir gemide, yersiz yurtsuzluğun bütün belirtilerini üzerimizde taşıyarak bizi kabul edecek bir ülke arıyoruz. Ruhumuzu yaslayacağımız bir esenliğin peşindeyiz. İnsan artık fiziksel olarak değilse bile zihinsel olarak mülteci. Hiçbirimizin bu gezegende ötekini hor görmeye, ötekine düşmanlık üzerinden bir politika yürütmeye hakkımız yok. Düşmanlık paradigmasının sonuna geldik. Ötekinin yaralarına işaret etmek benim sızılarımı hafifletmiyor. Konuşma zamanındayız artık. ‘Ne bu, ne öteki’ tarzı bir düşünceden, ‘hem o hem öteki’ diyebileceğimiz düşünceye geçmemiz, bir zihinsel sıçrama gerçekleştirmemiz gerekiyor. İnsanlığın bu maneviyat krizinde, merhamet nöbeti devralmalı.
Zira insan insanın zehrini alır.