‘İyilik ile kötülük bir değil, sen (kötülüğü) daha güzel olan ile sav; bak, o zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, sımsıcak bir dost oluvermiştir! Fussilet/34
Kuran kötülüğü daha güzel olan ile savmamızı öğütlüyor. Böylece yapay düşmanlıklar yerini gerçek manada bir dostluğa bırakabilir. Uzlaşma eğer kimileri için ötekinde kaybolma anlamına geliyorsa, buna kokuşmuş uzlaşma demek daha yerinde olur. Yozlaşmadan uzlaşmak ise ötekini kendi içinde eritmeksizin ve onun içinde erimeksizin, başkalığımızı koruyarak birbirimizi tanımamızla mümkün. Muhatabımı bilmek, onu tanımak istiyor olmam onu sömürgeleştirmek istediğim anlamına gelmiyor : İnsan ruhu fethedilecek bir toprak değil . Onun zihnini, ruhunu bana benzetmek ve onu kendime tabi kılmak için yola çıkıyor değilim. Muhatabım benim için bir amacı gerçekleştireceğim vasıta değil, onunla ben-şey ilişkisi değil ben-sen ilişkisi kurmak istiyorum. Başka bir deyişle, özne-nesne ilişkisinden özne-özne psikolojisine geçmek arzusundayım. Sen sen olarak kal, ben de ben olarak. Başkalığımızın işaretlerini silmeden de konuşabiliriz birbirimizle, kendimiz kalarak da bir ilişki kurabiliriz. Farklılığa izin verebilir ve benzerliğimizi de takdir ederiz. Senin farklı olabilme yeteneğini kutluyorum, senin başkalığını, karşımda olabileceğin kişi olabilmeni kutluyorum. Seni büsbütün farklı olarak görmek de çözüm değil zira aramızdaki bağı gözden kaçırmama yol açabilir. Çok kültürlülük tartışmalarından biliyoruz ki ötekinin ötekiliğinde diretmesi kimileyin öfkeyle karşılanıyor. Bazen ötekileştirme sosyal nefretin ateşleyicisi olabiliyor, ötekinin yabancı olarak kurgulandığı durumlarda, etnik ve ırkçı öfke ona yönelebiliyor. O halde hakiki bir tanıma, ötekini aynı kılmak veya onu işgal etmek veya yutmak arzusuyla değil tam aksine bir köprü, bir bağ kurma saikiyle hayata geçer. Tanıma ve sorumluluk at başı gider. Seni tanımakla, yara ve çürüklerinde benim de bir payım olabileceğini kabullenirim. Yaşadığın ıstırapta belki benim de bir sorumluluğum var. Ötekinden mesul olmak onun haklarının yanında bir incinme yeteneği olduğunu da kabullenmek demektir. Evet hakların var ama aynı zamanda incinebilir bir varlıksın sen. Seni inciten her ne ise onu bilmek zorundayım, seni tanımak için yaralarını da tanımak zorundayım. İnsanın insanın üzerine titrediği, insanın insana sığınak ve yurt olduğu bir dünyayı özlüyorum. Ancak geldiğimiz noktada dünya bir ihtimam ahlakını çoğaltmıyor, barbarlık ve kötülük kol geziyor. Terör, kendisine benzemeyen her şeyi yok ediyor ve insanlar arasına nifak tohumları ekiyor.
‘Gece vakti, bir atlası kucağıma aldım/ Gezdirdim parmağımı üzerinde/ Söyle bakayım dedim, neren acıyor? / Her yerim dedi/ Her yerim / Her yerim’. Dünya 11 Eylül’den beri hiç de tekin bir yer değil. Belki önce tekin değildi ancak devlet terörü ve daha küçük ölçekli ‘ölüm tarikatleri’nin giriştiği terör, dünyayı giderek daha emniyetsiz bir yer kılıyor. Artık dünyanın her yeri acıyor.
Büyük sebepler genç insanlara her zaman çekici gelir : Bir güç, bir seçilmişlik, anlam ve cemaat duygusu verir. Anomiden kaçış. Onları hayatın getirdiği hayal kırıklıklarından korur. Katil devrimciler, ister dini isterse de seküler bir amaç uğruna hareket etsinler, ölüm tarikatı tarafından büyülenmiş, ona ram olmuşlardır. Yeni, gizli ve güçlü bir teşkilatın parçası olmakla geçmişin hayal kırıklığını tamir edecek bir kimliğe kavuşurlar. Sokakların işe yaramaz hapçı serserisi bir bakarsınız ölüm saçan bir muktedire dönüşmüş. Din burada meşruiyet sağlayıcı bir araçtır, savaşın sadece güç ve para için olmadığını söylemek ihtiyacını giderir. Stalin veya Pol Pot’un cinayetlerini anlamak için Das Kapital’e bakmadığınız gibi, İsrail devlet terörünü anlamak için Tevrat’a müracaat etmediğiniz gibi, Karadziç’in cinayetlerinin İncil’de bir dayanağı olmadığı gibi, Daiş vahşetini anlamak için de mukaddes Kuran’a bakamazsınız. Baktığınız zaman terörün istediği şeyi tam da ona verir ve ona çok ihtiyaç duyduğu meşruiyeti sağlarsınız. Zira politik şiddeti meşrulaştırmak için Kuran’ı araçsallaştıran, onu kendi kirli dünyevi emellerine dayanak kılmaya çalışan bir zihniyet söz konusudur. İslam’a karşı kutsal savaş ilan eden Batılı ırkçılar tam da Daiş’in istediği şeyi ona veriyor. Ortadoğu’nun üzerine düşen bombalar ve Avrupa’da yükselen İslamofobi, zihinlerde daha fazla ayrışma ve terör için daha fazla ideolojik meşruiyet demektir. Zaten terörün yaratmak istediği algı da budur: Ortada telif edilemez bir dini çatışma vardır ve herkes, en çok da ortada duranlar, safını seçmelidir.
Politik yetkenin çöktüğü, silahlı çetelerin halkı terörize ederek boyun eğdirdiği her yer, terör örgütleri için uygun bir fideliktir. Akışkan terör bir gün burada yarın başka bir yerde kendini gösterir. Müslüman Ortadoğu’nun aydınlanmış Hristiyan Batı’nın asırlarca gerisinde kalmış bir karanlık çağda yaşadığını söyleyen oryantalist zihinler, bu toprakların sömürgeleştirilme tarihine hiç atıfta bulunmazlar. Bölge halkları Batılı sömürgeci efendilerin zulmü ve vahşeti altında hiç ıstırap çekmemiş gibi tuzu kuru bir tarihten söz ederler bize. Aşağı halkların medenileştirilmesi için bomba, işgal ve işkence gerekir. Bu ‘beyaz adamın yükü’dür. Rudyard Kipling’in ünlü şiiri, medeniyet götürülen aşağı milletlerin vefasızlığından yakınır: ‘Beyaz adamın yükünü omuzlayın/ Ve onun eskiden aldığı ödülü siz alın / Durumunu düzelttiğiniz kişilerin kınaması/ Koruduğunuz insanların nefreti/ Usul usul övüp göklere çıkardığınız/ Ev sahiplerinin bağırışları / Neden bizi köleliğimizden çıkardınız/ Çok sevdiğimiz karanlık geceden?’ Minnet duyulası efendilerin dünyaya çıkardıkları bilanço şu şekilde: Devlet terörüyle öldürülen insanlar, bireysel terör eylemleriyle öldürülenlere göre yüz bine bir oranında. Yanlış duymadınız. Gerçeğin çölüne hoş geldiniz. Yoğun bombardımanlarda ölen sivil kurbanlar ‘munzam zarar’ hanesine yazılır, masumların güçlü devlet tarafından katli sıradanlaştırılır, güçlü olanın barbarlığı onun daha az suçlu sayılmasına yeter.
Paris saldırıları asla mazur görülemez, Ankara, Suruç veya Beyrut’taki katliamlar kadar can yakıcı ve vahşidir. İnsan hayatı biriciktir ve kutsaldır. Yine de Batılı efendilerin Ortadoğu’da ne aradığını sormaya hakkımız vardır. Onlar bu topraklara hiç uğramasaydılar, kısa vadeli çıkarları için haritayı alt üst etmeye niyetlenmese idiler milyonlarca insan ne canlarından ne de yurtlarından olacaklardı. Evet bu soruyu hepimizin sormaya hakkı var : Ona uşaklık eden diktatörün sırtını sıvazlayan, İsrail’in Filistin’de yürüttüğü vahşi politikalara omuz veren, canı istediğinde havadan bombalarla ölüm kusan Batı, bu topraklara medeniyet mi getirmiş oldu? Bir medeniyetin hafızası, anıt şehirleri, insanları acımasızca yok ediliyor ve ruhu olan topraklar vatan olmaktan çıkarılıyorken, bütün bu olan bitenin öfkeden başka ne uyandırmasını bekliyordunuz? Irak işgalinden önce camilerde selefi aşırılığı kendine hiçbir yer bulamıyordu, ilim ve tasavvufun emzirdiği bu topraklarda şimdi ne oldu? Hapishanelerde türlü aşağılamalara maruz kalan, itibarsız, işsiz ve rütbesiz insanlar o öfkeyle dinin en dar, en bağnaz ve en vahşi yorumuna tutundular ve kendi ruhlarının dinmeyen acısını başkalarına daha büyük acılar yaşatarak dindirmeye soyundular. Dinin kurucu metinlerini totaliter bir itkiyle, İslami normlardan ziyade Avrupa faşizmine benzer bir biçimde tekçi bir okumaya tabi tuttular. Hayır yoksulluk ve eşitsizlik değil, ölüme söz geçirebiliyor olduklarını düşünmenin vahşi narsisizmi harekete geçiriyor onları. Hakikatin peşinde değiller, bir teolojileri yok ve işte bu yüzden de bir vicdan ve insafa sahip değiller. Yaşayan ölünün sadece daha fazla ölüm kusarak hayata tutunma arzusu. Bu yüzden dini ve ilmi konularda yazılmış altı bin kitabı yakıyor, bu yüzden bilgiye erişimi kısıtlıyor. Bağdat ve Şam’ın mürekkep kokan sokaklarından ilham almıyor, kopyaladığı şey Avrupa faşizmi, Nazi Almanya’sı.
Savaşan bir grupta bireysel vicdan buharlaşır. Orada sadece grup kimliği ve emre itaat vardır. Grup kimliğinde kişisel kimliğini eriten kişi, kaos ortamında ne yapacağı ve nereye gideceğine dair bir bilgi edinmek ister. Geleceğin belirsizliği onu grup kimliği ile bir yön bulma arayışına götürür. Terör örgütleri müntesiplerine bir önem ve seçilmişlik duygusu bahşederek de onları kendilerine ram eder. Avrupa sokaklarındaki bay hiç kimse, Ortadoğu’ya gelir ve inançsızlar ordusuna karşı savaşa girişerek, hemen bir kahraman payesi edinir. Terör örgütünün manyetizması, bu son apokaliptik savaşta, tarihi onun safına katılanların yazacağı vaadindedir. Bu söylediklerim daha çok farklı ülkelerden gelerek macera, heyecan, mana ve önem arayan gençler için geçerli. Yerlilerin para, statü ve kimlik kazanmak gibi başka sebepleri de olabilir.
George Orwell, Mein Kampf’ı değerlendirdiği yazısında şöyle demişti: ‘ Bay Hitler insanların sadece huzur, emniyet ve rahatlık istemediğini fark etmiş. İnsanlar macera, zafer ve kendini feda etmek de istiyor’. Batı toplumlarında ayrımcılığa uğramış, yabancılaşmış, hayattan ve toplumdan kopmuş yeni yetmeler için bu zafer vaadinin baş döndürücü bir etkisi olmalı. Peki Türkiye veya diğer İslam ülkeleri? Atalarının dininin yanlış olduğunu, hakikati sadece kendi sarsılmaz çizgisinin temsil ettiğini söyleyen ergenler veya doğal mağluplar, kendi hayat ve kimlik krizlerini terör örgütlerine kapılanarak aşmak isteyebilir. Yahut bir ütopya cennetinde yaşamanın vaadine kanarak sınırı geçebilir. Ama korku imparatorluğunun içine girdikten sonra, korkunun hükmüne tabi olmaktan başka bir seçenek yoktur. Zalimce eylemler, çoğu zaman canavar ruhlu insanlardan çok toplumsal şartlardan beslenir. İçinde bulunulan şartlar, ‘karıncayı incitmez’ sanılan insanları bile zalimce davranmaya itebilir.
Sonuca gelelim : Bütün bunlar neden sorusuna aradığımız, çoğu ruhsal düzlemde bir sebep-sonuç ilişkisi kurmaya çalışan açıklamalar. Hepsi yanlış olabilir, bütün bu genellemeler olan biteni hiç de açıklamaya yaramayabilir. Belki psikolojik, politik ve sosyal pek çok etkenin bir araya gelmesidir teröre zemin hazırlayan şey. Benim söylemek istediğim temel mesele şudur: İnsanlara hayatta kalmak, kendi hayatlarını ve başka hayatları değerli saymak için sağlam sebepler sunmak gerekir. ‘Terörizmi durdurmak istiyorsanız’ demişti Noam Chomsky, ‘ona katılmaktan vazgeçin’. Evvel emirde, İslam coğrafyası Batılı güçlerin oyun alanı olmaktan çıkarılmalıdır. İnsanlara, gençlere, ergenlere, hayatın mağluplarına, dünyada bir ütopya yaratmak isteyenlere ve bunun tek yolunun da bir ölüm tarikatine bilet almaktan ve başkalarına ölüm kusmaktan geçtiğini düşünenlere hayatın da bir çift lafı olmalı : Sana kötülüğün ancak daha büyük bir kötülükle giderileceğini söyleyenler kana susamış yalancılardır. ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön.’
Kötülüğü iyilikle sav.