Bir dönemin kapanmakta olduğu kanaati giderek yaygınlaşıyor. Mevcut iktidarın yönetme kapasitesini yitirdiği, inandırıcı olmaktan çıktığı, çözüm değil sorun ürettiği ve sonuçta onu ayakta tutmaya yetecek toplumsal desteğin kalmadığı düşünülüyor. Kamuoyu araştırmaları bu kanaati büyük ölçüde teyit ediyor.
Çok değil, bundan bir iki yıl öncesine kadar muhalif kesimlerde “bunlar gitmezler” inancı yaygındı. Artık bu ruh hali, yerini giderek “seçimleri kazanacağız ve göndereceğiz” özgüvenine bırakmaya başladı.
Peki, seçimleri kazanmak; Erdoğan’ın sandıkta bileğini bükmek… Bu, şimdiden çantaya girmiş keklik mi? Hiç kimsenin gönül rahatlığıyla “evet” diyebileceğini sanmıyorum.
Kılıçdaroğlu’nun art arda gelen açılımları, Akşener’in performansı, HDP’nin (iktidarın olanca kampanyasına karşın) aşındırılamayan kitle desteği, DEVA ve Gelecek Partisi’nin AKP seçmenine doğrudan seslenme kapasitesi, dindar kimliği ile Saadet Partisi’nin inatla Cumhur İttifakı’na karşı muhalefet blokunda kalmayı seçmesi… Bütün bunlar bir araya geldiğinde, ortaya iktidar aleyhine bir seçim aritmetiğinin çıktığı doğru. Fakat başka bir doğru da şu: Kararsız ve protestocu seçmen kesimi daha önce tanık olmadığımız kadar genişlemiş gözüküyor. Yani, iktidar hatırı sayılır derecede kan kaybediyor ama muhalefet partileri o ölçüde gövdelenemiyor. İlk kez oy kullanacak genç seçmenlerde de benzer bir ruh halinin yaygın olduğu anlaşılıyor. Seçimlerin kaderini her iki taraf için de bu sandığa küskün veya tercihte zorlanan seçmenler belirleyecek; bu çok açık.
Kararsız ya da küskün seçmenlerin ezici çoğunluğunu daha önce Cumhur İttifakına oy kullananların oluşturduğunu söyleyebiliriz. Belli ki, muhalefetin çok çeşitlenmiş renklerinden gelen seslerin hiç birisi onlara yeterince güven vermiyor; endişelerini aşmalarına yetmiyor. Belki de bu çeşitlilik, (sergilemeye çalıştıkları uyuma rağmen) Erdoğan’ın “güçlü irade” imajıyla karşılaştırılarak zihinlerde bir zafiyet olarak algılanıyor.
Özellikle cumhurbaşkanı adaylığı konusu bu bakımdan can alıcı önem taşıyor.
Davutoğlu’nun seslendirdiği öngörü çok ikna edici gözüküyor. Muhalefet adayının, siyasi kariyeri olmayan, sembolik, düşük profilli bir isim olmaması gerekir. Böyle bir tercihin Erdoğan karşısında şansı olmayacaktır. Bahsettiğimiz seçmen kitlesinin, Türkiye’nin (Erdoğan’ın “bile” çözemediği) çok çetin meselelerle karşı karşıya olduğu kanısı taşıdığını varsaymak yanlış olmaz. Güven vermenin zorunlu şartı “iddialı ve güçlü” kimlik sunuşudur; bu duyguyu seçmene aktarabilmektir. Olağanüstü bir iktidar gücüyle donatılmış cumhurbaşkanlığı, “onu sembolikleştireceğiz” vaadiyle, insanların gözünde önemsizleştirilemez. Güçlü bir iradenin fiilen bunu gerçekleştirmesiyle önemsizleştirilebilir. İktidara mesafe koymuş seçmen de “nasıl olsa bu sistem değişecek, başkanın önemi kalmayacak” diye düşünmeyecektir.
Eğer bu akıl yürütmenin doğru olduğu fikrinde birleşiyorsak, sahnedeki aktörler de bellidir.
Kestirmeden gidersek, bu niteliği taşıyan aktörlerden iki isim öne çıkıyor: Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu. Her iki isim de, Kılıçdaroğlu’nun (çok haklı olarak) “helalleşme” ihtiyacı duyduğu CHP tarihiyle özdeşleşmemiş; kendi özgün kimlikleriyle fark yaratmış siyasetçiler. Başarılarını buna borçlu olduklarını söyleyebiliriz. Saha araştırmaları da, her ikisinin Erdoğan karşısındaki başarı şansını teyit ediyor.
Bütün dönüştürücü açılımlarına; muhafazakârlara, Kürtlere ilişkin kucaklayıcı söylemlerine rağmen Kılıçdaroğlu’nun adaylığının yanlış olacağı kanısındayım. CHP çizgisini değiştirmek, yeni bir kimlik üretmek için gösterdiği çaba, çok önemli ve saygı değer de olsa, Erdoğan’la yarışmasına yetmeyecektir. Bunu umanlar, Türkiye’nin keskin (ve iktidarca daha da derinleştirilmiş) fay hatlarının tercihler üzerindeki etkisini küçümsüyorlar. Oysa son 20 yılın tecrübeleriyle sınırlı olmayan çok köklü damarlardan söz ediyoruz.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu yaşadığımız keskin kutuplaşmanın zirvelerini temsil eden isimler. Bir zirveden (Erdoğan’dan) soğumuş, uzaklaşma eğilimine girmiş insanlar, diğer zirveye; tam karşıda konumlandırdıklarına kolayca savrulmaz. Arada kolay aşılamayacak güçlü psikolojik eşikler vardır. Sünni/Alevi, sol/sağ, dindar/laik kimlik karşıtlıklarını yumuşatacak ılımlı semboller, zirvelerden çok daha fazla çekim şansına sahiptir bu tür arayışlarda. Ve bir zirvenin son düzlükte yaptığı söylem değişiklikleri, aradaki insanlar gözünde ılımlı sembole dönüşmesine yetmez. Eşyanın doğasına aykırıdır bu.
Öte yandan şunu da akıldan çıkartmayalım: Kılıçdaroğlu, bir Ecevit değil. CHP tarihinde çok etkili bir değişim hamlesine soyunan Bülent Ecevit, tarihsel bir kişiliği, İsmet İnönü’yü, kamuoyunun adım adım izlediği güçlü bir fikir mücadelesiyle tasfiye etmeyi başarmıştı. Toplumsal beklentileri yakalayan etkili söylemiyle adını dağlara taşlara yazdıran; kürsü hakimiyetiyle kitlelerde büyük heyecan yaratan bir liderlik kumaşına sahipti. Kılıçdaroğlu’nun başkanlık macerasının farklı seyrettiğini biliyoruz. Bugün de Kılıçdaroğlu’nun, ürettiği siyasetin etkili bir sözcüsü olduğunu söylemek zor. Çok olumlu işler yapıyor. Fakat siyasi akıl ile söylem üstünlüğü farklı şeyler.
Özetle, muhalefet cephesi Erdoğan’ın karşısına tek bir adayla çıkacaksa Kılıçdaroğlu doğru tercih gibi gözükmüyor. Türkiye için de, kendisi için de büyük bedelleri olabilir bu stratejinin.
Aslında benzer sakıncalar muhafazakâr kimlikli bir aday için de geçerli. Muhalefetin, diyelim ki (muhafazakâr kesimde akla gelebilecek yüksek profillerin başında sayacağımız) Abdullah Gül etrafında birleşmesi de riskli olacaktır.
İmamoğlu ya da Mansur Yavaş’ın dışında gösterilecek herhangi bir ismin muhalefetin potansiyelini kucaklayamayacağını; kararsızlardan, sandığa uzak duran küskünlerden, ya da katı, kızgın laiklerden fire vereceğini görmek gerekir.
Buna karşın CHP’de Kılıçdaroğlu’nu başkan adaylığına hazırlayan bir aklın etkili olduğu güçlü biçimde seziliyor. Eğer süreç bu yönde ilerler ve Millet İttifakı üzerinden Kılıçdaroğlu’nun adaylığı tüm muhalif partilere dayatılırsa; muhafazakâr köklerden gelen muhalif hareketlerin üçüncü bir aday göstermeleri meşru olacaktır.
Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’la baş başa yarıştığı bir seçimde şansı olmadığını düşünen birisi olarak ben de, bu durumda saygın bir muhafazakâr demokrat ismin üçüncü aday olarak sahne almasının yararına inanıyorum.
Gönlümde yatan isim de Ali Babacan’dır. Sakin, samimi ve akıl dolu sesiyle Türkiye için gerçekten yepyeni bir siyasi liderlik modelini temsil ediyor. Demokratlığı eğreti değil, içten. Narsistik böbürlenmelerden tamamen uzak. Kollektif akla, ekip çalışmasına, katılımcılığa önem veriyor. Baştan beri kimlikler üstü kucaklayıcı bir hatta yürüyor; kavgacı değil ama kararlı bir profil çiziyor. Bu özellikleri büyük bir doğallıkla taşıması, geleneksel siyasetçi tipini kendisine yakın bulmayan genç kesimlerde daha çok ilgi görmesini sağlıyor.
Türkiye böyle bir sese henüz yeterince hazır olmayabilir, ama bu önemli değil. Çünkü bazen insanların neye ihtiyaç duyduklarını anlamaları zaman alır. Tanışmaları, ısınmaları, kafalarında tartmaları, mukayeseler yapmaları gerekir. İşte Babacan, belki hemen kazanmak için değil fakat geniş kesimlerin yeni ve doğru bir sesle etkili biçimde tanışması için seçimleri fırsat olarak değerlendirebilir.
Üstelik onun sahneye çıkması, Kılıçdaroğlu’na belirttiğim nedenlerle eli gitmeyecek, fakat Erdoğan’a da mesafe koymuş kritik seçmen kitlesinin sandığa küsmesi ya da, daha kötüsü, (seçeneksizlik algısıyla) Erdoğan’a bir şans daha tanıma ihtimaline barikat oluşturabilir. Seçim atmosferi liderlerle seçmenleri arasında konsolidasyon üretir. İlk turda Kılıçdaroğlu ile Erdoğan baş başa yarıştığında Kılıçdaroğlu’na oy vermeyecek kararsızlar, Babacan’ın varlığı durumunda, ikinci turda onun göstereceği yönü önemseyeceklerdir.
Kuşkusuz böyle bir durumda HDP’nin nasıl davranacağı da çok önemli bir sorudur. Millet İttifakı’nın adayı sıfatıyla Kılıçdaroğlu’nu destekleyebileceği gibi kendisi de aday çıkartabilir.
Eğer tarih böyle ilerlerse, yarışın kaderi çok büyük ihtimalle ikinci tura kalır.
Ve ilk turda elenen aday veya adayların ikinci turdaki tavrı ve performansı sonucu belirleyebilir…