Ana SayfaYazarlarKüçük düşmek

Küçük düşmek

 

[19.4.2019] Bir zamanlar Yeni Dalga’sı (La Nouvelle Vague) vardı Fransız sinemasının. 1950’ler ve 60’lar; François Truffaut, Claude Chabrol, Jean-Luc Godard… Godard’ın Albert Moravia’nın Il disprezzo romanından hareketle 1963’te çektiği Le Mépris veya Contempt’te (hepsi aynı anlama geliyor: horlama, küçümseme, tiksinme, aşağılama), birbirine saygısı tükenen bir çiftin evliliğinin çöküşü anlatılıyordu. Yukarıda soldaki afişinde de gördüğünüz gibi, genç yazarın (Paul) eşini (Camille), şimdi seksenlerindeki Brigitte Bardot oynamaktaydı.

 

Dün gece ve bu sabah düşünüyordum; AK Partinin ve medyasının üst kademelerini toplayıp, 56 yıl önceki (benim 17 yaşımda gördüğüm) bu filmi seyrettirsek, hiç olmazsa başlığından etkilenip, karşılıklı saygının tükenmesi ne demektir, anlarlar mı acaba?

 

                                                              *          *          *

 

Nasıl aklıma gelmesin — neydi iki buçuk haftadır yaşadığımız? Herhangi bir rasyonalitesi var mıydı, iktidar açısından? Hiç göremiyorum. Eğri oturup doğru konuşalım. Zerrece beklenmedik bir yenilginin spontane reaksiyonu değildi, kopartılan kıyamet. Çünkü AK Parti için sürpriz olmadı seçim sonuçları. Daha 31 Mart’tan iki gün önce, üstelik de AKP’ye çok yakın, iç halkaya (inner circle) dahil en az iki araştırma şirketinden, Ankara’nın da, İstanbul’un da kaybedilmekte olduğu bilgisi geldi. Üzerine, bir de 30 Mart gecesi, başka bir ajansın ve aynı özel daire içindeki bir diğer anketörün de “Binali Beyin durumu çok sıkıntılı” dediğini öğrendim. Eh, bunlar benim gibi, basın ve politika açısından dış kapının dış mandalı denebilecek birine ulaştıysa, hükümete ve parti yönetimine de eksiksiz ulaşmıştı kuşkusuz. Hattâ eminim “gyy’ler” de biliyordu durumu (yeni medyanın yeni türeyen genel yayın yönetmenleri zümresine böyle denir oldu; bence sınıflaşma, ucuzlama ve önemsizleşmelerini gayet iyi yansıtıyor).

 

Fakat zaten her türlü yarışmada kazanmak gibi kaybetmek de varken ve üstelik kendilerini bir nebze olsun hazırlamış olmaları gerekirken, neden, hele 31 Mart gecesi saat 21:00 dolaylarında durum netleşmeye başladığında, durumu sükûnetle kabul etmek ve aynı anda önemini asgarîleştirmek, dolayısıyla fazla patırtı çıkarmadan gidip karşı tarafı tebrik etmek varken, yapamadılar bunu? “Olmadı bir şey, acımadı ki” moduna giremediler? Propagandalarının bir bölümüyle, zaten (a) genel oy oranındaki ve (b) toplam belediye sayısındaki üstünlüklerine; ayrıca (c) İstanbul’un bile 39  ilçesinin de 24’ünü kazandıklarına dikkat çekiyorlardı. Neden bu noktaları daha da vurgulamadılar, münhasıran öne çıkarmadılar? 

 

Tersine, attıkları her adımla işi çok daha büyüttüler; canlarının çok ama çok yandığını fazlasıyla belli ettiler; “İstanbul bir yana, Türkiye’nin kalanı öbür yana” imajını kendi elleriyle yarattılar. Parti olarak, medya olarak ve ellerindeki resmî kurumlar itibariyle, olabilecek en kötü kriz yönetimi örneğini sundular. Bilmiyorum, neler yaptıklarını bir kere daha sayıp dökmeye gerek var mı? Felâket, seçim sonucunun kendisi değildi; asıl felâket, (1) aradaki farkın önceki iki saat boyunca habire kapanmasına karşın, Binali Yıldırım’ın ekranlarda henüz 3500 ve belki 0.3 puan önde gözüktüğü, ama açılmamış denen yüzde 1.2 sandığın tamamı Kadıköy ve Beşiktaş ilçelerine ait olduğundan, kaybettiğinin bütün AK Partililerce de pekâlâ anlaşıldığı noktada, Anadolu Ajansı’nın veri akışını durdurmasıyla başladı. (2) Gene aynı noktada, üstelik AA’nın ekranları dondurmasına rağmen Ekrem İmamoğlu’nun artık önde olduğu herhalde AKP merkezinde de saptanmışken (ki sonradan edindiğimiz bilgiler de o yönde), artık niçin, hangi saik veya talimatla, hangi akla hizmetse, Binali Yıldırım şahsen çıkıp kısa bir basın toplantısı yaptı ve “kazandığını” açıkladı, İstanbullulara teşekkür etti (ama yüz ifadesi ve beden dili, aslında söylediklerine kendisinin de pek inanmadığını yansıtıyordu). Dahası (3) YSK sayımın tamamlandığını ve İmamoğlu’nun 27,000 küsur oyla önde olduğunu açıkladığı halde, (4) sonraki günlerde şehrin her köşesi, biraz mahcup ve küçük ölçüde başlayan ama giderek hızlanan ve yayılan bir şekilde, sol ucunda Binali Yıldırım’ın ve sağ ucunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın resimlerini içeren “Gönül Belediyeciliği Kazandı – Teşekkürler İstanbul” ilânlarıyla donatıldı.     

 

Ve derhal (5) gerek AK Parti sözcülerinin, gerekse iktidar medyasının çifte bombardımanı başladı. (6) Neler söylenmedi ki! “Tarihin en şaibeli seçimi… Sandık darbesi… Akılalmaz plan… O kadar ustaca… Nereye el atsak elimizde kalıyor… [AK Parti’nin sandık müşahitleri] Ayakta uyumuşlar…” Bunlara, derece derece yeniden sayım talepleri eşlik etti: (7) bütün İstanbul’un yeniden sayılması; (8) 31 ilçedeki bütün oyların yeniden sayılması; (9) geçersiz oyların yeniden sayılması; (10) Maltepe’deki bütün sandıkların yeniden sayılması. Araya (11) Büyükçekmece’de onbinlerce sahte seçmen yazıldığı iddiaları da girdi. Binlerce polis sokağa döküldü, ev ev dolaştı, insanları sorguya çekti, “yolsuzluğa delil” bulmaya çalıştı.   

 

Hepsi fos çıktı. Büyükçekmece’deki olayın aslında Ocak başında saptanıp sonuçlandığı, kimsenin bu yolla seçmen listelerine girip oy kullanmış olmadığı açıklandı. Yüksek Seçim Kurulu en aşırı ve mesnetsiz yeniden sayım taleplerini reddetti; kabul ettiklerinin ise sonucu temelden değiştirici bir etkisi olmadı. Buna rağmen (12) hepsi, iktidar medyasınca günler boyu manşetlerden, (güya) “haber” yazılarından, imzalı köşelerden tekrarlandı durdu. (13) Suçlamalar birbirini izledi, ama aslı astarı olmadığı anlaşıldığında bir Allahın kulu da çıkıp bunu kabullenmedi, yanlış yapmışız demedi, hattâ o olayda nereye varıldığını bile açıklamadı. (14) Örneğin Büyükçekmece ve Maltepe sanki tamamen buharlaştı, sır oldu. (15) AK Parti sözcülerinin demeçleri, bir noktadan sonra somutluktan tamamen koptu, genelleşti, bulanıklaştı, bitirilemeyen anlamsızlıklara dönüştü. (16) Binali Yıldırım, maalesef kendi kişiliğine de hayli aykırı bir şekilde, tam bu tür bir basın toplantısı yaptı 16 Nisan’da; iki saat konuştu, iktidar medyasınca canlı yayınlandı — ve dişe dokunur hiçbir şey söylemedi. (17) Ertesi gün, yani 17 Nisan’da, artık bütün olağan itirazlar tükenmişken, son dönemin en büyük keşfi sayılması gereken Ali İhsan Yavuz tekrar sahneye çıktı, bu sefer iki saat yirmi dakika kesintisiz konuştu ve gene tamamı canlı yayında verildi (vay, saniyesini atlayacak olan gyy’nin haline). (18) Lâkin hiçbir şey söylemedi değil. Zira bir, “HİÇBİR ŞEY OLMASA  BİLE KESİNLİKLE BİR ŞEYLER OLDU AMA FARKEDEMEDİK”  vecizesiyle ekranlara geldi, “kj”lere geçti. (19) İki, “KHK ile kamu hizmetinden atılanlar bence oy da kullanamamalı. Bunun illâ mahkeme kararıyla alınması gerekmiyor” dedi. Diyebildi bunu. Ve karşılığında, internette, sosyal medyada “bunun da beyni yandı” yorumları dolaşmaya başladı.

 

Son aşamaya, aynı 17 Nisan gününün akşamı YSK’nın Ekrem İmamoğlu’nu mazbatasını almaya dâvet etmesiyle gelindi. Bitmesi gerekirdi, ama bitemedi işte. Bitemedi, çünkü (20) medyanın iktidara bu kadar angaje olması, kraldan fazla kralcı kesilmesi ve AK Parti’nin kavgasını âdetâ AK Parti yerine, üstelik AK Parti’yi çok aşan bir fanatizmle vermesi, yenilgiyi hazmedememesini de beraberinde getirdi. (21) 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen öncesinde (Mart sonu ve Nisan başında) Aydın Doğan’ın satmak zorunda bırakıldığı Doğan Medya’nın, el değiştirdikten sonra gerçek birer gazete veya televizyon vasfını yitirip çok vülger bir yaklaşımla borazanlaştırılan, dolayısıyla çöpe dönüşen mecralarından Hürriyet, nedense seçim sonucunun kesinleştiğini okuyucularına duyuramadı bir türlü. Dolayısıyla Fatih Altaylı’nın (dahi) “Siz yazmayınca mazbata verilmemiş mi oluyor? Gazete misiniz, devekuşu mu?” diye dalga geçmesine maruz kaldı. (22) Ertesi gün Sabah, mazbatanın geçici olarak verildiğini, zira 1 Haziran’da tekrar seçim olacağını ilân etti. (23) Kimileri de Fetih ile AKP’nın 25 yıllık belediye başkanlığı (dolayısıyla Fatih ile Erdoğan?) arasında bir bağlantı kurdu. Buna göre Ekrem İmamoğlu’nun kazanması, İstanbul’un tekrar “düşman” eline geçmesi demekti. Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, “Mazbatayı sana verseler de o koltukta asla meşru bir başkan olamayacaksın. Bir şebekenin hırsızlığı ile koltuğa oturan adam olacaksın. İstanbul asla seni oraya taşıyan vesayetçilere teslim edilmeyecek. 1453’te başlayan yürüyüş devam edecek” tweet’ini bu bağlamda yazmış olmalı.

 

                                                               *          *          *

 

Bir ara dayanamadım, kara mizaha, soğuk esprilere vurdum; böyle bir iki yazı yazdım, bu düzeyde saçmalamak karşısında ne yapacağımı bilemediğimden. Başarısız olduğumu bile bile, tekrar deneyeceğim tuttu, Ali İhsan Yavuz’un 17 Nisan performansı karşısında. İnternette arkadaşlarımla yazışırken (a) Amerikan tarzı filibuster yapıyormuş dedim; YSK seçimleri yenilemeyi kabul edinceye kadar kesintisiz konuşacakmış. Olmadı; (b) Nutuk Atatürk tarafından 1927’deki Cumhuriyet Halk Fırkası ikinci kongresinde 6 günde irad edildi ya; o rekoru kırmaya çalışıyormuş yorumunu getirdim — 7 gün konuşmadan durmayacak ve 1 Nisan sabahından bu yana bütün söyledikleri, AKP tarafından özel bir Best of Ali İhsan Yavuz cildinde derlenip yayınlanacakmış. (c) Geçmişte Marksist teorinin “proletarya diktatörlüğü”nün geçerlilik süresini nasıl habire uzattığına değinmiştim. O metafora döndüm; “bütün üretim araçlarının sosyalist mülkiyetinin dönüşümü tamamlanana kadar” konuşacakmış; pardon, “bütün sosyal sınıfların bütün ideolojik kalıntıları toptan silinene kadar” konuşacakmış; yok, “yeryüzünde ‘bolluk toplumu’ gerçekleşene kadar” konuşacakmış kehanetlerinde bulundum.

 

Kuşkusuz başkaları, benim bu acemice çabalarımla mukayese dahi edilemeyecek derecede başarılı, çok başarılı, çok yaratıcı bir şekilde başvurdular hiciv silâhına. AK Parti’nin vesayete karşı mücadele günlerinden kalma bir üçlü montaj vardır, çok iyi bilinen. Solda Menderes; altında “astınız” yazıyor. Ortada Özal; altında “zehirlediniz” yazıyor. En sağda Erdoğan; altında “yedirmeyeceğiz” yazıyor. Son iki günde bunun en yeni versiyonu girdi devreye: en sağda Erdoğan değil Ali İhsan Yavuz; altında “bişi yaptınız” yazıyor. Sürecin ortalarında türeyen bir başka fıkra, insan hayatta hangi dört şeyi kendisi seçemez diye başlıyor. Cevap: Doğum yeriniz, aileniz, etnik kimliğiniz ve İstanbul belediye başkanı.

 

Bu bağlamda, Zaytung’un çok özel bir yeri oluştu. Hakkını vermek lâzım. Sitenin “A Haber’i Seçimin Sonucuna İkna Etmek İçin AK Parti Tarafından Yollanan Heyet, Kanalın Kapısından Geri çevrildi – Gerginlik Büyüyor” yazısı da müthişti gerçi. Ama asıl, hiçbir satırının kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm “2033 Yılından Geldiğini Söyleyen Zaman Yolcusundan Şok İddialar: ‘Maltepe’de 220 sandık kaldı…’” haberinin tamamını aktarıyorum:

 

Son yıllarda sık sık rastlanan, gelecekten geldiğini iddia eden insanlara bir yenisi eklendi. Sakarya'nın Akyazı ilçesinde ortaya çıkan Metin Kurna adlı kişi, 2033 yılından geldiğini iddia ederek şok edici açıklamalarda bulundu: ''Maltepe'de oy sayımı hala devam ediyor. 220 sandık kaldı. AKP ona da itiraz etti…''

2033 yılıyla ilgili şaşırtıcı bilgiler veren Kurna, Türkiye'nin nüfusunun 96 milyona ulaştığını, bunun 22 milyonunun ise İstanbul'da yaşadığını iddia etti. 2019 yerel seçimlerinin sonuçlanmaması nedeniyle İBB'nin başında halen Mevlüt Uysal'ın bulunduğunu söyleyen zaman yolcusu, şunları kaydetti:

"2022'nin yaz aylarında tam bütün sandıklar bitmek üzereyken sayımın yapıldığı Türkan Saylan Kültür Merkezi kentsel dönüşüm kapsamına alıınp bir gün içinde tahliye edilerek yıkıldı. Sandıklar apar topar başka bir okula taşınınca AK Parti şaibe oluştuğu gerekçesiyle tüm sandıkların tekrar sayılmasını istedi. YSK da kararı haklı bulunca sayım en baştan başladı. 7 ay sonra sandık sayısı 400'e kadar inmişti ki deprem oldu. Binada pek bir hasar olmadı ama sandıkların bazıları devrilince AKP tekrar tüm sandıkların yeniden sayılmasını istedi. YSK bu kez sadece devrilen sandıkların sayılmasına karar verdi. Öylece sayı tekrar 600'e çıktı. 4 ay sonra sayı 300'e kadar düştü. Tam bu iş galiba bitti bu sefer diyorduk ki sandık başkanı hakimin emekliliği geldi. Adam tüm ikna çabalarına rağmen aynı gün işi bıraktı. Yerine kimse gelmek istemediği için 3 ay sayım durdu. 4. ayın sonunda bir hakimi razı ettiler; sayım tekrar başladı. AK Parti bu kez de yeni hakimle sayımın en baştan başlamasını istedi. Hakim cinnet geçirip sandığı AK Partili [müşahidin]  kafasında parçalayınca sayıma tekrar 1 ay ara verildi…"

Sürece dair tüm ayrıntıları hatırlayamadığını, ancak sayımın toplamda 6 ya da 7 kez sıfırdan başladığın dile getiren Kurna, 2029 yılında sayıma devam edip etmeme konusunda Türkiye'nin referanduma gittiğini, ancak o referandumda da "devam edilmesin" diyenlerin 4000 oy farkla kazanması üzerine ayrıca yeni bir tartışmanın başladığını da sözlerine ekledi.

Kurna, gelecekten geldiğini ispat etmek için 2032 yılında çekildiğini iddia ettiği bir fotoğrafı da basın mensuplarıyla paylaştı. İstanbul Mecidiyeköy'de çekilen fotoğrafta cadde boyunca Binali Yıldırım'ın "teşekkürler İstanbul" afişleri dikkat çekti.  

 

                                                                *          *          *

 

Baştaki soruma döneyim: İnsan dışarıdan nasıl görüldüğünü, nasıl algılandığını, hakkında ne düşünüldüğünü hiç farkedemez mi? Ya da, bu kadar mı farkedemez? Niçin yaptılar bütün bunları?

 

Belki bir, can çıkmadıkça umut çıkmaz (hoping against hope) faktörü. İki, bu yollarla sonucu değiştirebileceklerini mi sandılar gerçekten? (Nasıl olacaktı acaba?) Üç, diyelim ki seçimler yenilendi; sonuç daha iyi mi, yoksa daha kötü mü olacaktı? Haksızlığa tepki, en azından Saadet ve DSP (ve belki bütün diğer muhalefet) oylarıyla birleşince, fark belki 14,000’den 140,000’e, ya da 0.5 puandan belki 4 puan verya üzerine çıkmayacak mıydı? Dört, inanılmaz bir bilgi kirliliği yaratıp, başarısızlığı yok gösterebileceklerini mi hayal ettiler? Yoksa beş, sırf Saddam Hüseyin tipi bir Üçüncü Dünya inadı mıydı? (Amerika’nın Irak saldırısının hemen arifesindeydi. Sabancı Üniversitesi’nde bir forum düzenlemişti savaş karşıtı öğrenciler. Panelde ben de vardım. Sıra bana geldiğinde, bir yerde “Saddam’ın elinde kitle imha silâhları yok aslında,” demiştim. “Öyleyse neden, uluslararası denetimlere karşı o kadar direniyor? Bence sadece gerilikten. Katılıktan. Gurur yaptığından. Yani eninde sonunda bir Üçüncü Dünya lideri olduğundan.” Saddam’ı Atatürk’e benzeterek savunmak isteyen Kemalistlerin ve sair anti-emperyalist solcuların hayli bozulduğunu hatırlıyorum.)

 

Ötesini bilemeyeceğim. Ama sonuç ortada. Küçük düştüler. Saygı tükendi. 1-17 Nisan arası, 31 Mart’tan daha kötü bir yenilgi oldu. (Yapılan bir saha araştırması, seçimlere hile karıştığına AK Parti seçmeninin ancak yüzde 44’ünün inandığı sonucuna varıyor. Tersten söyleyeyim; bu ankete göre, kendi tabanlarının yarıdan fazlası inanmıyor buna.) Neyse ki bitti de biraz başka şeyler düşünüp konuşmaya başlayabiliriz artık.

 

- Advertisment -