Ana SayfaYazarlarUnutmayın...

Unutmayın…

 

Hiçbirimiz bu işin dozunu ayarlayamıyoruz bence. Unutmak/hatırlamak dozundan bahsediyorum. Ya tamamen unutuyoruz ya da saplanıp kalıyor ve olan bitenden de fazlasını hatırlıyoruz.

 

Bir grup var, unutuyorlar. Çok çabuk unutuyorlar. Her şeyi unutuyorlar. Böyle kendilerini daha iyi hissediyorlar. “Tamam da, bu kadar şeyi niye yaşadınız o zaman?” diye sormak abesle iştigal. Onların yazılımı böyle. Hangi verinin sisteme girildiğinin bir önemi yok, sonunda hep aynı çıktı alınıyor. Hafıza kendi hikayesini, iyisini kötüsünü, ama özellikle de geçmişinin kötü yanlarını unutmak üzerine kurulu. Hatırlamak yok, dolayısıyla pişmanlık yok, utanmak yok böyle bir hayatta. Hiçbir yara almadan sıyrılıvermek bu hayatların en önemli meşgalesi.

 

Biliyorum, unutmak çoğunlukla kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlar. En azından uzaktan görüntüyü kurtarma imkanıdır. Unutanlar güçlü kabul edilir. Hayata nasıl da hiçbir şey olmamış gibi devam ederler… Kendi değerlerinin sağlamasını yaparlar böylece. Nedense buna da sevinir unutucuların yakınları. “Meğer hiç kimseyi gerçekten umursamıyormuş” diye mutluluk duyan bu yakınlar aslında “Hiç kimseyi kendisinden daha çok sevmemiş” demektedirler. Bence takdir edilesi bir özellik değil. Aslında bence güçlerini sınamaya bile cesaretleri olmadığı için bu yazılımda her yaşananın sonucu sıfıra dönüşüyor. Geçmişteki herkes sıfır paydasında eşitleniyor.

 

Hasarsızlık indiriminden faydalanmaya çalışıyorlar belki de. Bir nevî ruh botoksu ya da. Zihindeki gereksiz kırışıklıklar gideriliyor. “Eternal sunhine of spotless mind” durumu. “Bomboş kafanın ebedi neşesi” gibi bir çeviriyi uygun gördüm ben. Bu film Türkiye’de “Sil Baştan” diye gösterilmiş. Aslında mealen bu da fena bir çeviri değil, sadece orijinalinin şiirselliğinden yoksun.

 

Bu film, izlediğim en güzel “aşk” filmiydi belki de. “Unutmak” ya da “silmek” üzerine başlıyor, bunun ne kadar “nafile” bir çaba olduğuyla sona eriyor. Bana verdiği mesaj açıktı: Mesele unutmak değil, unutmak hiç yaşamamış olmak gibi bir sonuca götürür bizi, hâlbuki yaşadık. Bu gerçekle, korkutucu olsa bile yüzleşmezsek, aynaya bakarken hiçbir şey görmemek için gözlerimizi sımsıkı kaparsak, kim olduğumuz, neye benzediğimiz hakkında bir fikrimiz olamaz. Gereksiz yere her şeyden korkmaya başlarız. Bu da işte, o “sil baştan” durumuna sebep olur. Hiç yol alamadan sürekli yeniden başlamak insanı gittikçe hayata daha da yabancı hale getirebilir.

 

Teşbihte hata olmaz, evet, ben bunu botoks yaptırmaya benzetiyorum. Botoks yaptırsanız bile bir süre sonra yeniden aynı ve hatta zaman da durmadan akıp gittiği için daha da kırışık bir yüzle karşılaşacaksınız. Yani 40 yaşındayken 35 gösterebilirsiniz ama zaten 45 olacaksınız ve bu sefer de olsa olsa 40 göstereceksiniz. Çünkü ala ala birkaç yılı geri alabilirsiniz, malum zaman siz ne kadar silmeye çalışsanız bile, sizinle dalga geçer gibi akıp gidiyor. Çünkü yaşıyorsunuz ve yaşamanın en önemli belirtileri o kırışıklıklar. Hangi gence “çok genç gösteriyorsun” deniyor ki? Zaten niye genç gösterelim? Ayrıca, ne kadar çok botoks (plastik müdahaleler ya da unutmak olarak da okuyabilirsiniz bunu) o kadar çok birbirinin aynısı olan insanlar… Sanki herkes aynı “yaşlı ama genç” insan, ya da herkes aynı “güçlü ama hayatına sahip çıkamamış” insan.

 

Eskiden çok beğendiğim, gülüşü içimi ısıtan “artist”leri düşünüyorum. O acayip müdahaleleri yaptırmasalardı yüzlerine “yaşının güzeli” olarak hâlâ içimizi ısıtıcaktı gülüşleri. Şimdiyse, onlardan çok var. Hepsi birbirine benziyor. Boşluğa giden bakışlar, gülerken kısılamayan gözler, kişiselleştirilmesi imkansız mimikler. Unuttukları şey hakkında akıllarında küçücük bir iz bile kalmamış sanki. Aynen yani!

 

İkisi bir arada olmaz diyeceksiniz ama, yine de söyliyeyim: Sağlam unutabilmek, bilerek Alzheimer olmayı seçmek gibi bir şeydir. Bilirsiniz, Alzheimer hastaları, belli bir aşamadan sonra maalesef artık başka biri oluyorlar. “O nazik adam” gidiyor, yerine “eli sopalı” biri geliyor. Ya da “o titiz kadın” gözleri yaşartacak denli “pasaklı” hale geliyor. Biz tanıyamıyoruz onları. Ama hiç olmazsa içimizde ne olursa olsun değeri azalmayacak olan yerleri var. Daha acıklı olan, onların kendileriyle hiçbir bağlantılarının kalmaması. Yaşamanın bir boş tabloya dönüşmesi. Yıllar boyunca kurulan o eşsiz benliğin yerinde yeller esiyor.

 

Zaman zaman belli bir konuya takılıp kalıyorum. (Bu takılıp kalmalar da başka bir acayiplik ama bunu burada böylece bırakalım, daha sonraki bir yazının konusu olsun.) Son günlerde de, okuduğum, izlediğim, gördüğüm, duyduğum her şeye ilişkin “unutmak” ve “hatırlamak” üzerine düşünürken buluyorum kendimi.

 

80’lerin sonlarından 90’ların ilk yıllarına kadar tuttuğum bir defterim vardı. İçinde şiirler, alıntılar, poltika ya da sanat hakkında, algılarımız üzerine “teorik çalışmalar” (o zamanlar böyle şeyler yapardık!) ve küçük hikayeler… Bir tane de kurumuş karanfil. O karanfilin bana verildiği anı hatırlıyorum. Ummadığım bir anda bir ceketin iç cebinden çıkmıştı. Şahane bir hatıra bu benim için. Koyu pembe, çok güzel kokulu, kocaman bir karanfildi. Aradan neredeyse 30 yıl geçmiş. Açık sarı, kokusuz, zarif bir karanfil artık.

 

İşte o deftere, altına da JB diye not düşerek, şu alıntıyı yazmışım:

 

“18. yüzyılda soruların özgürce bahçeye açılan kapılar gibi olduğu çağda yaşıyor olsaydık, sana şöyle sorabilirdim: Hatırlıyor musun? Fakat kötülük ve kayıtsızlığın sınırsız olduğu çağımızda gereksiz sorularla uğraşamayız; dahası kendimizi kesinlik kazanmış şeylerle savunmak istiyoruz. Biliyorum ki, hatırlıyorsun.”

 

(JB, John Berger’dir diye düşünüyorum. Defterde bol bol alıntı yapmışım kendisinden. Ama bu alıntıyı hiçbir yerde bulamadım: Ne internette, ne de evdeki kitaplarda. Yıllar içinde zaten iki kitabı kalmış bende JB’nin. İkisinde de rastlayamadım.)

 

Bu kısa paragraf, neredeyse harfi harfine hep aklımdadır. Bağlamını, nasıl, nerede geçtiğini hiç hatırlamıyorum ama verdiği his çok net. Hatırlamanın, ince soruların gereksizliğine, kesinliklerle kendimizi savunmak zorunda oluşumuza bir sitem. Kayıtsızlıkla, kötülüğü denkleştiren bir tespit. Bu alıntıyla ilgili bir de şunu hatırlıyorum: Orijinalinde “hatırlamak” yerine “anımsamak” kelimesi kullanılıyordu. Ben bile bile değiştirerek yazmıştım. Isınamadığım kelimelerden biridir “anımsamak”.

 

“Ahmak hafıza, kendi kendini trajik bir nakarat gibi yineleyip durur. Oysa hayat dolu hafıza, her gün yeniden doğar: Geçmişten kaynaklanırsa da geçmişin karşısındadır. Alman dilinin bütün sözcükleri arasında Hegel’in en sevdiği, aufheben sözcüğüydü. Aufheben aynı zamanda hem “saklamak” hem de “silmek” anlamına gelir ve böylelikle, ölürken doğan, yıkarken kuran insan tarihine saygılar sunar…” diyor Eduardo Galeano “Kucaklaşmanın Kitabı”nda, “Çelişkilere övgü/1” başlığı altında.

 

Hemen sonrasında “Çelişkilere övgü/2” başlığında ise; “…Uzun sözün kısası bizler, benliğimizi değiştirmek için harcadığımız çabaların toplamından ibaretiz. Kimlik denen şey müze vitrininde öylece duran seyirlik bir nesne değil, günlük yaşamın sürekli değişip şaşırtan çelişkilerinden oluşan bileşimdir…” diye devam ediyor.

 

Hatırlamak, o beğenmediğimiz eski kendimizi hatırlamak, acı da olsa yaşadıklarımızın kıymetini teslim etmek, yani bütün bu çelişkileri hatırlamak, korkmadan bunlarla iyi geçinmeye çalışmak, utanmak, pişmanlık duymak, boş bir hayat yaşamadığımızın ve hatta insan olduğumuzun göstergeleridir.

 

Hasarlarla birlikte yaşamak ile unutmanın konforu ile tekrarlanan bir hayatta kendi hayatının figüranı rolüne razı gelmek arasında çok fark var. Unutmayın.

 

 

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik