Cumhur İttifakı’nın iktidar döneminde siyaseti dönüştürme ihtimali olan en önemli gelişme Ak Parti’den ayrılan insanların liderliğinde iki partinin kurulmasıydı. Geçmişten devralınan siyaset yelpazesi kimliksel ve ideolojik cemaatçiliğe dayanıyor, devletçiliğin çeşitli varyantlarını temsil ediyordu. Yeni partiler ise söz konusu cemaatçiliği kırma arzusunu seslendirerek siyasete girdiler. Ayrıca devletçiliğe daha mesafeli duracaklarının, demokratik meşruiyete ve özgürlüğe ağırlık vereceklerinin işaretlerini verdiler.
Dolayısıyla eğer toplum ekonomi yönetimindeki cehalet ve ilkellikten, hukuk alanındaki ilkesizlikten, yönetimde sergilenen çıkarcılıktan mustarip ise, Gelecek ve DEVA’ya (bundan böyle G/D) teveccüh gösterilmesi beklenir. Nihayette iktidarın tutumu pratik olarak insanların hayatını fakirlik, işsizlik, adaletsizlik, kayırmacılık şeklinde doğrudan etkilemekte…
Bu partilerin ‘sözü’ diğerlerinden çok daha içerikli ve kuvvetli. Eleştirmekle kalmayıp gerçekçi alternatifleri de vurguluyorlar. Dürüstlük, çalışkanlık, bilgi ve akıl açısından rakiplerinden daha avantajlı algılanıyorlar. Lider kadrolar yönetim deneyimine sahip. Ayrıca muhafazâkar tabanla bağlantıları geniş bir potansiyel seçmen kitlesi ile temasta olmalarını sağlıyor.
Ne var ki her ikisinin de oyları yüzde 3 civarında seyrediyor. Bu orana kuruluşla birlikte geldiler ama sonrasında bir gelişme izlenmedi. Kamuoyu yoklamalarının bu açıdan fazla güvenilirliğinin olmadığını kabul etsek de eğer G/D bir sıçrama yapsaydı herhalde bunun görmezlikten gelinme imkânı olmazdı.
Ortada bir gariplik var. Şikâyetçi olunan bir iktidar ve eskide kalmış büyük muhalefet partilerinin karşısına bilgi, beceri ve güvenilirlik açısından avantajlı, seçmen karşısında (nispeten) kimlik sıkıntısı olmayan, sırtlarında ‘yumurta küfesi’ taşımayan, dolayısıyla ‘özgür’ yeni partiler çıkıyor ve oy alamıyorlar…
Demek ki bu görünen tabloyu aşan bir başka gerçekliğin içindeyiz ve o gerçekliği anlamadan, ona uygun siyaset geliştirmeden büyüme olmuyor. Söz konusu gerçekliğin fotoğrafını Ali Bayramoğlu geçen haftaki (Karar, 6 Ocak) yazısında çekmişti. Üç soru sormaktaydı: Başarısız iktidarın seçmen desteği niçin hâlâ dirençli; siyasetsizliğe yaslanan İyi Parti’nin oyları niçin artıyor; G/D niçin büyümüyor.
Bunlar birbirinden bağımsız olgular değil. Her biri diğerlerinin sonucu. İktidarın oyları dirençli çünkü İyi Parti’nin massetme gücü zayıf ve G/D büyüyemiyor; İyi Parti’nin oyları artıyor çünkü iktidarın kaybettiği tedrici destek G/D’ye gitmiyor; G/D büyüyemiyor çünkü hem iktidarın desteği dirençli hem de kaybı nihayette İyi Parti’de toplanıyor.
Dolayısıyla bu soruları tek tek ele almak aldatıcı… Her üç sonucu aynı anda üreten bir bağlamla karşı karşıyayız. Öyle bir bağlam ki aynı anda hem iktidarın oy kaybının azlığını, hem İyi Parti oylarının artışını, hem de G/D’nin büyüyememesini açıklıyor.
Söz konusu bağlam siyaset üstü bir durum değil. Aktörlerin algısı, değerlendirmesi, iradesi ve tepkileri ile şekilleniyor. Diğer deyişle bunca yanlışa rağmen iktidarın oyu yeterince düşmüyorsa, iktidar söz konusu bağlamı kendi lehine çeviren bir tutum ve hamle içinde demektir. Buna karşılık bunca doğruya ve avantaja rağmen G/D yeterince büyüme sağlayamıyorsa, bu da bu partilerin söz konusu bağlama tâbi olmalarıyla, gerekli dönüştürücü tutumu alamamalarıyla ilgilidir.
Nedir bu bağlam? İttihatçı perspektifin adım adım yeniden kurgulanması, bunun sosyolojik ve küresel değişimlere uygun bir reçete olarak sunulması ve bu bakışın toplumsal zihinde ‘doğal’ karşılık bulması…
Bu perspektifi berraklaştırmak üzere Kemalizm’le mukayese etmek gerekebilir. Dört fark var: (1) Kemalizm’de laiklik belirleyici ve sert bir kimliksel nitelik iken, İttihatçılıkta esnek, ‘yumuşamış’ halde ve böylece dindarlığın makbul bir özellik olmasını mümkün kılıyor. (2) Kemalizm’de milliyetçilik resmi söyleme dayanan ve ‘davetkâr’ bir Türklüğe gönderme yaparken, İttihatçılık katı ve kültürel bir Türklüğü öne çıkarıyor. (3) Kemalizm sistemin meşruiyetini önemseyip yönetim pratiğini buna uygun tutmaya çalışırken, İttihatçılık pratik hedeflerin gereklerini temel alıyor ve sistemin meşruiyetini bu ihtiyaca göre esnetiyor. (4) Kemalizm ülkenin dünya sistemindeki statükosunu olumlu bir değer olarak görür ve korumacı bir çizgi izlerken, İttihatçılık zamandan bağımsızlaşmış bir milli hak kavramına ve bunun gereği olan yayılmacı bir tutuma sahip.
Ancak iki yaklaşım arasında tam bir kırılma yok. Aksine güçlü bir süreklilik de var. Devletçilik anlayışı bu iki akımı birbirine yaklaştırıyor ve şu an (yeniden) izlediğimiz doğal geçişi sağlıyor. Kemalizm de İttihatçılık da devletin siyasetin sınırlarını çizmesi, siyaseti ideolojik olarak belirlemesi, devletin ‘ülkesi ve milletiyle birlikte’ bekasının sağlanması gerektiğini vazediyor. Aynı şekilde her ikisi de makbul vatandaşın nasıl düşünüp davranması gerektiğinin tepeden belirlenmesi gerektiğini, özgürlük ve adalet alanının bu kıstasa göre (örneğin ‘çağdaş’ ya da ‘yerli ve milli’) eşitsiz şekilde kullanımının doğru olduğunu kabul ediyor. Nihayet her ikisi de orta sınıfın göreceli ‘serbest’ fikir ve tutumundan hazzetmiyor, kaynak kullanımını tepeden belirlemek istiyor ve kitlesel toplumsal katma değerin merkeze çekilerek dağıtımını hedefliyor.
Cumhurbaşkanlığı sistemi sonrası gelen iktidar anlayışı ve uygulamasıyla birlikte bugün süreklilik içinde bir ‘geri dönüş’ yaşıyoruz. İttihatçı bir öneri, yenilenmiş bir resmî ideoloji ile karşı karşıyayız. Alternatif olmak isteyen siyasi hareketlerin bu gerçekliği dikkate alan bir söylem ve eylem planı geliştirmeleri gerek. Aksi halde gerçek anlamda ‘alternatif’ olmak mümkün gözükmüyor.
Geçmişin giderek arkaikleşen ideolojilerinden bıkmış olduğumuzu varsayarak, ‘ideolojisiz’ bir özgürlük, eşitlik, adalet kavramsallaştırmasına yönelmek akla uygun gelebilir. Ancak Türkiye siyasetinin bugün yeni ve farklı bir ideolojiye, o ideoloji çerçevesinde üretilen bir siyasi tutuma ve bu tutumu taşıyacak kadrolara ihtiyacı var.
Aksi halde, yani seçmen nezdinde herkes aynı temel ideolojinin içindeyse, yeni partilere gerek de hissedilmeyebilir. Nitekim iktidarın toplumsal desteğindeki direnç hem İttihatçılığın ‘doğal’ cazibesinin hem de gerçek anlamda bir alternatifin olmamasının nişanesi. Aynı şekilde iktidardaki oy kaybının İyi Parti’de toplanması da alternatifin olmadığı bir dünyada ‘doğal’ bir kayış. Bu oylar başarısız olandan sınanmamış olana kayıyor, ama aynı ideolojik çerçeve içinde kalıyor.
Yeni bir ideolojik çerçeve ise özgürlük, adalet gibi kavramların vurgulanmasıyla üretilemiyor. Çünkü bütün ideolojik yaklaşımlar kendilerini özgürlükçü, adil vesaire diye tanımlayabilir. Yeni bir ideolojik çerçevenin laiklik, milliyetçilik, meşruiyet, vatandaşlık, beka, devlet ve devletçilikle ilgili yeni ve birbiri ile tutarlı bir bütünlük üretmesi, buradan hareketle inandırıcı bir gelecek tasavvuru sunması lazım.
Bu noktada şöyle bir ‘gerçekçi’ itiraz gelebilir: Eğer İttihatçılık böylesine doğalsa toplumun büyük kısmı eski ideolojik çerçeveye hapsolmuş demektir. Dolayısıyla G/D söylenen çabayı harcasa bile oy alamayabilir…
Belki de… Ancak ‘toplumun çoğunluğu böyle’ varsayımıyla İttihatçılığa alternatif üretilemezse G/D gibi partilerin büyüme ihtimali zayıf olmakla kalmıyor, büyüseler bile diğerlerine benzeyeceklerse memlekete ne hayır getirirler sorusunu sorduruyor.
Öte yandan 1990’lardan itibaren laik kesimde demokratlaşma, muhafazakâr kesimde bireyselleşme ve zihinsel sekülerleşmeye tanık olduk. Bu değişim Ak Parti’nin ilk on yılında artarak sürdü. Sadece değer yargıları değişmedi, kentleşme eğitim ve küresel entegrasyon sayesinde hayat anlayışları özgürleşti, özellikle genç kuşaklar birden fazla kimliksel veya ideolojik tutumu kendilerince harmanlayarak ‘kişileşmeyi’ keşfettiler.
Bu insanlar buharlaşmadı… Geçmişten bugüne saha çalışmalarından hareket edersek muhtemelen yüzde 15-20 arası bir kitleden bahsediyoruz. Hâlâ toplumun bir parçasını oluşturuyorlar, ancak onları temsil edecek, taşıyacak bir siyasi hareketi bulamamış gözüküyorlar. Demek ki onca doğru tavra, söze ve gayrete rağmen G/D de halen bu izlenimi vermekte zorlanıyor.
Belki de G/D’nin iktidar karşısındaki ve siyasete yaklaşımındaki doğru tutumunu ikincil kılan ve bu partilerin söz konusu kitleye ulaşmasını engelleyen başka özellikler var…
- Altı tamamen boşalmış olsa da ‘merkez’ tanımına fazla anlam veriliyor. Siyasete bakılarak toplum deşifre edilmeye çalışılıyor ve siyasi partiler kapsayıcı bir temsil gücüne sahip addediliyor. Örneğin Ak Parti’nin aldığı oya bakarak neredeyse homojen bir Ak Parti tabanı olduğu varsayılıyor ve buradan hareketle bir ‘Ak Parti muhafazakârlığı’ varsayılıyor. Sonra da bu ‘muhafazakârlara’ nasıl hitap ederiz, ne yaparsak gocundururuz diye soruluyor.
Oysa söz konusu taban sanıldığından daha heterojen. Ancak daha önemlisi siyasi merkeze bakarak toplumsal merkezi anlamak mümkün değil. Toplum çok daha geniş ve karmaşık. Ancak oy verebileceği partiler sınırlı ve oyların bir bölümü kerhen veriliyor. G/D’nin toplumsal merkezi önemsemesi, söylem ve tutumları ile toplumsal merkezdeki amorf ve kişileşmiş kitleye hitap etmesi daha gerçekçi gözüküyor.
Bu da ideolojisiz olabilecek bir şey değil… İdeolojisizlik partileri zaten var olan ideolojinin parçası kılıyor. Amorf ve kişileşmiş bir kitlenin temsili ancak gerçekçi bir yarın ve sağduyulu bir benlik tasavvuruna sahip bir ‘hikâye’ ile mümkün…
- İdealize edilmiş (neoklasik) iktisat talebin arzı yarattığını söyler ama bu önermenin doğrulanması için gereken piyasa koşulları çoğu zaman gerçek hayatta bulunmaz. Arzı yaratan aktörlerin sayısı azaldıkça tersi bir dinamik devreye girer: Arz talebi yaratır. Siyasette de durum buna yakın. Özellikle bizim gibi toplumsal tercih ve taleplerle siyaset arasındaki uyuşmanın sakat olduğu ülkelerde.
Bizde seçmen pazar yerinde gezinen tüketicilere benziyor. Üreticileri etkileme şansı çok az. Pazara gidiyor ve açılan tezgahlardan birinden alışveriş yapıyor. İlle de o üreticiyi çok beğendiğinden değil, eldeki seçenekler sınırlı olduğu için. G/D pazarda yeni tezgâh açacak yeni üreticilere benziyor. İnsanlar ne satacaklarını merak ediyor. Ne var ki arz miktarında bir sınırlama olmamasına rağmen fazla mal satılamıyor…
Acaba neden? Belki de tüketici ortada gerçekten farklı bir ürün görmüyor ve malını daha güvenilir bulduğu büyük üreticiden almayı seçiyor. G/D bir anda büyüyemeyeceğine göre toplumsal merkezdeki amorf ve kişileşmiş kitle için ‘yeni ve anlamlı’ bir ürün sunmak durumunda.
- Bu ‘yeni ve anlamlı’ ürünü geliştirirken iki unsur önemli gözüküyor: Yapılmaması gerekenlerden kaçınmak ve yapılması gerekenleri yapmak. Yapılmaması gerekenlerin başında diğer partilere benzemek var. Dil, söz, davranış, kılık kıyafetten önceliklere, tercih kriterlerine, hassasiyetlere kadar. Büyük partilere benzemek G/D’nin çabalarının karşılıksız kalmasına neden oluyor.
Seçmen G/D sayesinde iktidarın yanlışlarını görüyor ama iş kimi destekleyeceği noktasına gelince tehlikesiz bir seçeneği, başka bir büyük partiyi tercih ediyor. Çünkü nihayette G/D’nin diğerlerinden farklı olduğunu düşünmüyor. Belki bu nedenle G/D’nin eleştirel siyaseti sonuçta İyi Parti’nin oy devşirmesine neden oluyor.
Büyük partiler gibi teşkilatlanmak, onlar gibi organize olmak, onlar gibi ziyaretlerde bulunup aynı zihniyeti ima eden ortamlar üretmek ‘aslında’ farklı olunmadığı mesajını veriyor. Çıkarılan büyük çaba, doğru düzgün bir içerik üretimi maalesef bu zımni mesajın altında eziliyor. Toplum siyasi partileri ne söylediklerine veya hangi hasletlere sahip olduklarına göre değerlendirip sonra onun seçmeni haline gelmiyor. Önce bir bütünlük içinde ilişkilenip seçmen oluyor, sonra sözüne ve hasletlerine bakıyor.
Dolayısıyla G/D’nin de onları bir bütünlük içinde beğenip sahiplenecek bir seçmen kitlesine ihtiyaçları var. Bu ise o seçmen kitlesine anlamlı ve gerçekçi gelen bir farklılaşma ile mümkün.
- Yapılması gerekenlere gelirsek liste değişik uzunlukta olabilir. Bunlar arasında yukarda sayılan ‘yeni bir ideolojik çerçevenin gerektirdikleri’ dışında yeni bir muhafazakârlık ve yeni bir dindarlık üzerinde de düşünmek gerekebilir. Ancak muhtemelen en kritik konu farklı bir devlet tasavvurunun sunulması ve buradan hareketle devlet/siyaset ve devlet/toplum ilişkisinin yeni ilke ve kriterlere göre tanımlanması.
Değişim getirecek siyasi hareketler normatif bir devlet tanımı ile yetinemezler. Çünkü karşımızda bütün özellikleriyle gerçek bir devlet var ve değişmesi gereken de o. Meselenin devlet karşıtlığı değil, farklı bir devlet tasavvuru olduğunun görünmesi, bu farklı devletin niteliklerinin (yapısı, işleyişi, siyaset ve toplumla ilişkisi) cesaretle savunulması gerekir.
İttihatçılık çerçevesinde devletçilik ile milliyetçiliğin bütünleşmesi dikkate alındığında, Türk milliyetçiliğinin bugünkü iktidar yozlaşmasına nasıl kılıf oluşturduğunun da irdelenmesi gerekecektir. Bu da Türk kimliğinin ötelenmesini değil, Türklüğü aşan bir birleştirici milliyetçilik ima eder.
Türkiye demokratlaşacak, özgürleşecek, adil, eşitlikçi ve kalkınmış bir ülke olacaksa, Türkiye’nin Türklerden büyük olduğunun da sindirilmesi ve bunun özgüvenle seslendirilmesi kaçınılmaz bir durum… Aksi halde ‘demokratik vatandaşlık’ içi boş bir klişeye dönüşür ve bu hususta duyarlı olan o amorf ve kişileşmiş kesim ikna edilemeyebilir.
G/D Türkiye için bir şans… İyi ki varlar ve siyasete derinlikli bir içerik kazandırıyorlar. Bu işlevlerinin devam etmesi hayati önemde… Ancak bu ülkenin değişimi daha büyük bir vizyonu, ona uygun bir değişim hikâyesini ve (her özelliği ile) bunun arkasında duran bir aktörleşmeyi davet ediyor.
Siyasette küçüklerin sınanma çıtası her zaman daha yüksektir… Başarı kendini bu çıtaya doğru zorlamayı, hatta belki de çıtayı kendi elinle yükseltmeyi gerektirebilir…