Bugüne kadar 35-40 civarında ülkeyi gezme fırsatım oldu. Ancak çok istememe rağmen, nedense yakın zamana kadar bir türlü İsrail ve Filistin’e gitmek nasip olmamıştı. Yaklaşık bir ay önce, 12 Nisan’da Ürdün’de Ortadoğu üzerine bir konferans olacağını öğrenince derhal başvurdum. Konferanstan üç dört gün önce bir arkadaşımla Ürdün’e gittik ve oradan İsrail’e geçtik.
İsrail’e giriş
Daha önce İsrail’e gitmiş olan pek çok arkadaşımdan, özellikle kapıda sıkı bir aramaya tabi tutulup, zaman zaman uzun sorgulardan geçmiş olduklarını duymuştum. Hattâ eğer İsrail’e gitmek isteyen birinin pasaportunda İran damgası varsa, geri gönderilme riskinin yüksek olduğunu söylemişlerdi. Anlatıldığına göre İsrail, üzerinde Lübnan ve İran mührü olan pasaportları kapıdan çeviriyormuş. Durumu teyit etmek üzere Kudüs’te çalışan tanıdık bir akademisyeni aradık. Benim arkadaşımın tanıdığı olan bu kişi de bize, “eğer pasaportlarınızda İran mührü varsa, derhal yeni pasaport başvurusu yaparak pasaportlarınızı yenileyin” öğüdünü verdi. Pasaportlarında İran damgası olan pek çok insanın bu yola başvurduğunu söyledi.
Ağlama Duvarı
Hem benim hem de yanımdaki arkadaşın pasaportlarımızda İran mührü vardı. Kudüs’teki tanıdığın önerisine rağmen, ikimiz de pasaportumuzu değiştirme yoluna gitmedik. Durum ne olursa olsun, Ürdün üzerinden İsrail’e geçmeye teşebbüs edecek, şayet içeri alınmazsak o zaman Ürdün’e geri gelecektik. Çünkü aklıma şu geldi: İsrail gibi bir güvenlik devleti, daha önce İran’a gitmiş olanların kayıtlarına ulaşmakta zorluk çekmez. O halde neden pasaportumuzu değiştirelim ki?
8 Nisan Pazartesi günü, İstanbul’dan aktarmalı bir uçakla Ürdün’e geçtik. 9 Nisan Salı öğleden sonra Amman’dan İsrail sınırındaki Kral Hüseyin kapısına gitmek üzere kolları sıvadık. Ancak kısa bir süre sonra, kapıya toplu taşıma olmadığını, yalnızca taksi ile gidebileceğimizi öğrendik. Otelin kâtibi aracılığıyla bir taksi ayarlamaya çalıştık, lâkin fiyatlar çok uçuktu. Konuşmalara kulak verince, otel kâtibinin söylenen rakamın da üzerinde miktarlar telaffuz ettiğini farkettim.
Hazreti İsa’nın doğduğu yer üzerine kurulu olduğuna inanılan Bethlehem (Beyt Lehem) Kilisesi
Üniversite yıllarında ben de bir otelde kâtip olarak çalıştığım için Arapça öğrenmiştim; ancak uzun yıllar konuşmayınca Arapçam ciddi anlamda körelmişti. Oteldeki kâtibin taksicilerle anlaşmalı olduğunu ve fiyatları yüksek söylediğini farkedince insiyatifi ele aldım. Arkadaşımla sokağa indik; Arapça kimine adres kimine taksi sormaya başladım. Daha ilk anda Ürdünlüler benim Mağripli bir Arap olduğuma hükmetti. Ben de hiç bozuntuya vermedim. Arapça konuşunca aldığım fiyat ile İngilizce konuştuğumda aldığım fiyat arasında en az on kat fark vardı. Bu yönü ile Ürdün tamı tamına 30-35 yıl önceki Türkiye’ye benziyordu. Derken 20 Ürdün dinarına (yaklaşık 25 dolar) bir taksici ile anlaşarak Kral Hüseyin sınır kapısına doğru yola çıktık. Yaklaşık bir saat sonra kapıya ulaştık. Ürdün tarafında bir veya bir buçuk saat bekletildikten sonra, sonunda bir servis aracı geldi ve İsrail kapısına vardık.
Kapıda bayağı insan birikmişti. Sıra bize gelip pasaportlarımızı uzattığımızda, kapıdaki görevli bana Arapça sorular sormaya başladı. Ben Arap olmadığımı, İngilizce konuşabileceğimizi söyledim. Ancak bu sefer kendisi İngilizce bilmediğini söyledi. Yan kulübede, benim arkadaşıma bakan görevli memur akıcı bir Türkçe konuşuyordu. Ben de oradan yardım almaya kalkıştım, ancak bana bakan polis memuru buna müsaade etmedi. Arapçamın yeterli olduğunu ileri sürerek işlemlere devam etti. Pasaport kayıtlarımız yapıldıktan sonra beklemeye başladık. Yaklaşık bir buçuk veya iki saat sonra pasaportlarımız geldi ve Kudüs’e doğru yola koyulduk. Bize İran’la ilgili herhangi bir soru sorulmadı. Sorulan tek soru neden İsrail’i ziyaret etmek istediğimizdi. Biz de turist olarak gezmek istediğimizi belirttik. İsrail sınırında ücretsiz internet ağı bulunmaktaydı. Bekleme sırasında birkaç yazı okuyup bir iki telefon görüşmesi yapınca zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmadık.
Kutsal Kitap’ta Kudüs
Kutsal Kitabı, yani Tevrat, Zebur ve İncil’i okuyanlar bilir; Yeruşalim, namı diğer Kudüs üzerine yazılmış olan, edebi değeri oldukça yüksek, en çarpıcı metinler Tevrat’ta yer alır. Tevrat’ta Kudüs kenti için Şalem, Davud Kenti, Siyon, Kutsal Kent ve Ariel adları kullanılır. Yine Tevrat’ta sıkça kullanılan “Siyon kızı” veya “Yeruşalim kızı” gibi kavramlar da “Yeruşalim halkı” anlamına gelir. Ayrıca “Siyon”un, Yeruşalim kentinin üzerinde kurulu olduğu tepelerden birinin adı olduğunu, mecazi anlamda “Tanrının konutu” veya “Tanrının halkı” anlamına geldiğini de hatırlatalım. “Siyonizm” de bu “Siyon” kelimesinden türetilmiş bulunuyor.
Kutsal Kabir Kilisesi (Church of the Holy Sepulchre)
Hazır söz Tevrat’tan açılmışken, bir iki kelam daha edip yolculuğumuza devam edebiliriz. Şöyle ki, bana göre Batı medeniyetinin DNA’sı Kutsal Kitap’ta yatar. Tevrat ve İncil okunmadan Batı medeniyeti anlaşılamaz. (Söylemeye bile gerek yok; Kur’an’ı Kerim okunmadan da İslâm medeniyeti anlaşılamaz.) Kutsal Kitap’ta kullanılan dilin dünyadaki pek çok edebi dehayı etkilediğini biliyoruz. Shakespeare bile, kendisini en çok etkileyen ve ilham veren metnin Kutsal Kitap olduğunu söyler. Hele Mezopotamya sürgünü Yahudilerin Kudüs üzerine söylediği ilahiler, insanı derinden etkiler. Örneğin Zebur’sa, Mezmurlar’da şöyle yazar:
Babil ırmakları kıyısında oturup
Siyon'u andıkça ağladık;
Çevredeki kavaklara
Lirlerimizi astık.
Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler,
Bize zulmedenler bizden şenlik istiyor,
‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı.
Nasıl okuyabiliriz RAB'bin ezgisini
El toprağında?
Ey Yeruşalim, seni unutursam,
Sağ elim kurusun.
Seni anmaz,
Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam,
Dilim damağıma yapışsın!
Yeruşalim sevgisi ve özlemi, Tevrat’taki pek çok farklı bölümde dile getirilir. Örneğin yine Tevrat’ta, Yeşeya 2. Bölümde şöyle yazar:
RAB'bin Tapınağı'nın kurulduğu dağ,
Son günlerde dağların en yücesi,
Tepelerin en yükseği olacak.
Oraya akın edecek ulusların hepsi.
Birçok halk gelecek,
‘Haydi, RAB'bin Dağı'na,
Yakup'un Tanrısı'nın Tapınağı'na çıkalım’ diyecekler,
‘O bize kendi yolunu öğretsin,
Biz de O'nun yolundan gidelim.’
Çünkü yasa Siyon'dan,
RAB'bin sözü Yeruşalim'den çıkacak.
RAB uluslar arasında yargıçlık edecek,
Birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek.
İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri,
Mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar.
Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak,
Savaş eğitimi yapmayacaklar artık.
Ama hayır, barış kenti olamıyor
Kudüs’ü anlatmaya başlamadan önce, benim kafamdaki Kudüs kentini, Kudüs’ün neye benzediğini sizlerle paylaşmak isterim. Bana göre Kudüs, kökleri bütün dünyayı sarmış, gövdesi kalın bir ağaca benzer. Bu köklü ve kalın ağacın üç büyük dalı var. Bu üç dalın her birinde üç ayrı yuva, üç farklı medeniyet kurulu. Bu üç yuvanın birinde Yahudiler, birinde Hıristiyanlar ve birinde Müslümanlar ikamet eder. Bu üç dal arasında öylesine bir âhenk vardır ki, bu âhenk bozulmaya başladığı andan itibaren dünyadaki huzur ve barış yerini savaş ve çatışmaya bırakır. Bu üç yuvanın birinde meydana gelen bir deprem, diğer yuvaları da sarsar. Bütün dünyada artçı sarsıntıları olur.
Kudüs veya Yeruşalim, yani barış ve selametin kenti… maalesef tarih boyunca hiç de ismiyle müsemma olamadı. Asur, Med, Pers ve Roma imparatorluklarından bu yana, dünyadaki en korkunç savaşlardan bazıları Kudüs üzerine oldu. Ne acıdır ki dünyanın en kutsal kenti, en kanlı savaşlara bahane edildi. Haçlı Seferlerinin odağında Kudüs vardı. Neredeyse yüz yıldır süren Arap-İsrail çatışması da ağırlıklı olarak Kudüs üzerinde ve etrafında yaşanıyor.