Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKuğular da ağlar, parklar da ölür

Kuğular da ağlar, parklar da ölür

Kuğu yârinin hasretine dayanamıyor, karlı bir kış günü o “S” boynunu iyice ileri uzatarak Meclis’in üstünden Opera Meydanı’na doğru uçuyor… Uçuşan karda zor seçilen beyaz kanatları, bir hasret türküsünün tablosu gibi. Fellini’nin “Amarcord” filminde kasabaya tarihinde ilk kez lapa lapa yağan karın altında havuz başına konan Tavus Kuşu’na nazire, konuyor Gençlik Parkı’na.

“Ah o eski Ankara” nostaljisinin en sağlam sacayağı, Gençlik Parkı, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) ve bir zamanlar oradaki Hayvanat Bahçesi aslında. Geniş yeşil alanlarıyla “park”a dair bu başlıkların üçü de yitirilen, dönüştürülen, kapatılan ve/ya da üzerine başka şey kondurulan hafıza mekânlarından. Bu tarihi onları, “Eskiden sokaklarda satılan tuzlanmış salatalıklar nasıl da güzeldi” nostaljisinden kategorik olarak da ayırıyor.

Mesela eğlenceden dinlenceye tekmili birden Gençlik Parkı, bir dönem ana uğrak yerlerinden birisi… Prof. Dr. Ruşen Keleş’in 1971’de yaptığı araştırmaya göre, her 10 Ankaralıdan 6’sı parka düzenli gidiyor.Yolu, hatırası oradan geçmeyen bir Ankaralı bulmak imkânsız, imkânsız…

Aşkların, izdivaçların, şarkıların, bugün garipsenecek hikâyelerin, hatta efsanelerin de hafıza mekânı, tarihi. Lâkin 1994-2017 arasında yasa-hukuk-izan-nizam tanımayan belediyeciliğin, yıkamıyorsan “kapat-unuttur-başka şeye dönüştür-aç” tornasından geçmiş haliyle, o da artık -di’li geçmiş zaman.

“Fahri düzeltmen” hikâye katilidir

Hâl böyle, dönem öyle olunca… Parklar da ihtiyarlıyor, hatta ölüyor. Önce Kuğulu Park’dan Gençlik Parkı’na uzanan hüzünlü bir şehir efsanesini paylaşayım. Efsane dediysem, ne kadarı gerçek, ne kadarı değil ona siz karar vereceksiniz bir bakıma. Çünkü hikâyenin sessiz tanıklarına birinci elden ulaşmak mümkün değil.  

Ayrıca bazı hikâyeler bugün inanılmaz gelebildiği için yaşanmış olaylara bile -ortamına göre- efsane demek adetten. Hem de güzelim hikâyenin seyr-i cananını bırakıp, kaşına-makyajına takılanlara karşı bir tedbir… Efsaneyse her şey olabilir, araya ihtirasla dalıp “Ferhat koca dağı delebilir mi yahu!” diyemezler.

Zira bana kraldan çok imparatorcu Fahri Trafik Müfettişleri’ni hatırlatan bazı “Fahri Düzeltmen”ler, hikâye katilidir. Anlatılan hikâyenin insicamını bozup, “Sen 159 lira dedin ama 159.99 liraydı” babından girerler araya.

Kimi de mevzuyu oradan alır, bambaşka yere sürükleyerek yaslanır koltuğuna… O yüzden “Lafını balla kestim” diyene bile hemen itibar etmeyeceksin; bazen “deli balı”dır o. Hem pek katılmasam da muhitimizin deyişiyle, “Laf aslanın ağzında…”

Yazarken insanın lafı kesilmiyor

Oysa “hikâye”,  bir noktadan sonra anlatanındır! Yazar hikâyesini tutar, sohbetlerde ballandıra ballandıra aktaran ehil “hikâye anlatıcısı” bazen kıvamına çeşnisini (k)atar.  Öyle olmasa ne efsane tadında hikâye kalırdı ortada, ne Binbir Gece Masalları… Bir gecede biterdi.

En derin, kıvamlı hikâyeyi, ilk-orta-lise eğitiminin “anafikir” spikerlerinin özetiyle dümdüz, esneye esneye dinlerdik. Hikâye, hayatla hayali, gerçekle muhayyileyi el ele gezdirir. Dostudur hayallerin… Müfredattaki hâliyle anafikir ise hayalin düşmanıdır, tahayyülü kalıba sokar. 

Neyse ki, yazarken insanın lafı kesilmiyor. Bu serbestiyetle yazı dizilerimin (de) uzadığının farkındayım. Ama “yazı dizisi” deyince, geçmişteki uzadıkça uzayan formuyla sevimsiz bir deyime dönüşen “tefrika”nın bunaltan yükünden, sicilinden de kurtuluyor -sanki- insan. Bir ciddiyeti, ehemmiyeti var yeni kavramın.

Ağırlığınca “yazı dizisi” bir kere; sözlü-yazılı tarihi, mekânları geze geze gevezelik bence normal. Laf lafı açıyor, mevzu mevzuyu… “Bari şu da eksik kalmasın” diye dürtüyor nostaljizonor canavarı. Ayrıca yazılarında toplum içinci sanatın bayrağını taşımasan da, “Uzayıp giden tren yolları” makamından dizi filmlerin imrenilesi reytingi akla karpuz kabuğu düşürebilir. Yine de yazı dizisini, her bölümünü ayrı olarak da okunabilir bir ambalajda sunmak, empatik bir tedbir bence.

Askeri darbeye EGO müdahalesi

Bir türlü gelemediğim, bir kısmıyla gerçekten yaşanmış, gerisi de belki hayal edilerek yaşanmış bir olaydan esinlenen şehir efsanesine gelince… 70’li yıllar… Vedat Dalokay, Ankara Belediye Başkanı. Ki belki başka bir yazıya mevzu olur; o yaygın anılışıyla “çılgın başkan” da 1973-77 arasında bir “dönem efsanesi”.

En sevdiği atasözü, “Yiğidin iyisi biraz deli olur” zaten. Trafikte göbek çalışması yaparken 12 Mart 1971’in sefasını süren Genelkurmay’ın bahçesine kepçeyle, destursuz dalıyor mesela. Atatürk Bulvarı’nı ABD Büyükelçiliği’nin duvarlarını yıkarak genişletiyor.

Rahat durmuyor pek… Kırk yıllık İspanya diktatörü Fransisco Franco beş genci idam ettirince, büyükelçiliklerinin suyunu- elektriğini-havagazını kesiyor, çöplerini toplamıyor. Büyükelçiliğe bir de “yerel nota” gönderiyor: “Çocuklarını öldüren devlet yöneticilerini kınadığımı, cinayetlerin en çirkinine kurban giden beş İspanyol genci için tutulan yası vurgulamak ve Ankara halkının İspanya halkının acısını paylaştığını, özgürlük mücadelesini desteklediğini simgelemek amacıyla bir hafta süreyle İspanya Büyükelçiliği’nin hiçbir belediye hizmetinden yararlanamayacağını duyururum. Özgürlük uğruna hayatlarını kaybeden beş gencin anısına duyduğum saygıyla.”

“Erken Gelen Oturur” açılımı

Bakınız şimdi “anlatıcı katkısı”na da küçük bir örnek vermiş bulunuyorum. Bu hikâye kaynaklarda “suyunu-elektriğini kesti” şeklinde mesela. Ama mevzu askeri darbe olunca ben “havagazını”, “çöpleri” de ekledim. Yaptığımı söylemek kaydıyla, bence iyi de ettim… Çünkü burada zemin “söz uçar yazı kalır” olduğu için itiraf şart. Geleceğin dijital arkeologları bu parşömene rastlarlarsa yanılmalarını istemem.

Atmış da sayılmam; o yıllarda su-elektrik-havagazı hizmetlerinin üçü de EGO (Elektrik, Gaz, Otobüs) bünyesinde. Velhâsıl vanası-şalteri belediyenin elinde… Fikrimce “tüm hizmetler” deyince, hepsini kesmişlerdir. İkisini kesip birini bıraktılarsa, onların ihmali, ayıbı… Heyhat, bu muazzam güce sahip EGO’nun dillerdeki yerleşik, esprili açılımı, sınırlı otobüs-troleybüs sayısı nedeniyle “Erken Gelen Oturur”. Siyaseten de bir mânâsı var mıdır, bilmiyorum.

Başkentte Kuğulu Devrim

Başkan Dalokay, Kuğu Gölü Balesi’ni seyrettikten sonra Viyana Belediyesi’nden dört kuğu getirtiyor Tunalı’daki parka. İsimlerini de o koyuyor: Viyana-Ankara, Ferhad-Şirin. Sıralamasını eşleriyle grupladığım kuğuların ikisi erkek, ikisi dişi.

Çok seviyor kuğuları Ankara, “senden yardım umar her düşen dara” refleksiyle hemen bağrına basıyor. Artık mekânın adı da belli; “Kuğulu Park”.  “Kuğulu kartpostallar”la klasik Başkent fotoğrafları da yeknesaklığından, standardından kurtuluyor biraz…

Zaman geçiyor, devir dönüyor; “Gençlik Parkı’nda da bir kuğu olsun” diyor bazı (y)etkililer. Zira o “yetkili modeli”, illa tüy dikecek manzaraya… Envanterdeki tüy de kuğudan ibaret. Ve dişi kuğulardan birisini, Ankara’yı, Gençlik Parkı’na tayin ediyorlar. Kuğu da artık memur, fikir de “âmir-memur kafası”ndan nihayetinde.

Tayini çıkan kuğunun ıstırabı

Kuğular tek eşli canlılar, sadakatleri yüksek. Viyana günlerce ağlıyor zevcesi Ankara’nın ardından, yemeden içmeden kesiliyor. Garibim Ankara ise Gençlik Parkı’nın havuzundaki sandalların karambolünde, dev fıskiyenin yağmurunda tek başına… O güzelim boynu bükük.

Efsane bu ya; karlı bir kış günü havalanıyor Viyana. O “S” boynunu iyice, dümdüz ileri uzatarak, Meclis’in üstünden Opera Meydanı’na doğru uçuyor… Zıpkın gibi delikanlı. Uçuşan karda zor seçilenbeyaz kanatları, bir hasret türküsünün tablosu…

Federico Fellini’nin Amarcord” filminin unutulmaz sahnesi gibi. Filmdeki kasabaya tarihinde ilk kez lapa lapa yağan karın altında, havuz başına konarak o “an”ı iyice unutulmaz kılan, “Amarcord” yapan Tavus Kuşu’na nazire, konuyor Gençlik Parkı’na. Kavuşuyor “Ankara”sına… (Fotoğraf: Amarcord)

Efsanelerin insana hoş gelen esintisinin ardından gelecek pazar Gençlik Parkı’nın pür gerçeklerine geleceğim. Çoğu gerçek olamayacak kadar inanılmaz, çoğu gözden/hafızadan uzak, saklı kalmış… O nedenle bazısı “gerçek efsane”.

BİR FİLM/BİR EFSANE

EFSANEYLE GERÇEĞİN DANSI: KUĞU BOYUNLU KADINLAR

Kuğu hikâyeleri, hatta figürleri bile bir başka oluyor. Tarihte de yeri ayrı… Mesela antik tarihte, ismi “güzelden gelen” anlamıyla Kraliçe Nefertiti, Brassempouy Venüsü gibi büstlerde “kuğu boyunlu kadınlar” yaygın… Zeus bile çapkınlık yaparken cüssesine bakmadan kuğuya dönüşüyor. 

Ama kadınlar doğurgan yönüyle öne çıkıp, Bereket Tanrıçası’na dönüştüğünde balıketi kıvrımlarla o boyun yok oluyor. Efsanelerden devam edersek… Eğer dokuz yabani kuğu ortalarına bir dişi kuğuyu alıp etrafında daireler çizerlerse, o kuğu sürüden ayrılır, insanların arasına karışır, evcilleşirmiş. Lâkin büyülü kuğularmış onlar, evcilliği bir yere kadar. O kuğuyu arayan erkekler, o yüzden kuğu boyunlu kadınlara ayrı bir ilgi duyar, gördükleri an büyülenirlermiş. Kadınlar ise efsaneyi yeryüzüne indirir, gerçekliğin kaymasına neden olurmuş.  Orada gizliymiş, tekâmül.

Efsaneye dönüşen bir hikâyeyi iliklerine kadar hissettiğinde, onu yorumladığında, gerçek olup olmaması ayrıntı kalıyor bazen. Nitekim 2011 yapımı “Black Swan (Siyah Kuğu)” filmine temel olan “Kuğu Gölü Balesi”nin yorumu, efsaneyi gerçeğe dönüştürüyor. Filmdeki bale yönetmeni Thomas Leroy (Vincent Cassel) o ünlü eseri yorumluyor: “Sezonumuzu Kuğu Gölü ile açıyoruz, ama o efsaneyi soyuyoruz, içsel ve gerçek hale getiriyoruz.”

Filmde baş dansçı Nina (Natalie Portman), “zarif, masum, saf Beyaz Kuğu’yla, şehvetin ve bilinmezliğin temsilcisi Siyah Kuğu’yu” aynı anda canlandırıyor. İşte o an efsaneyle gerçek birbirine karışıyor, efsane gerçeklik algısını da değiştiriyor. O dansa hazırlandıkça, dans ettikçe gerçeklik algısı kayan ve bir kâbusa sürüklenen Nina gibi… Filmin repliği de efsanenin gücünü hissettiriyor: “- Ne yaptın? Ne yaptın böyle? – Hissettim… – Ne? – Kusursuz hissettim.”

YAZI FOTOĞRAFI: Bale dansçısı Vladimir Malakhov’un Berlin’deki performansından…

- Advertisment -