Ana SayfaYazarlarKül sokağı

Kül sokağı

 

“Ömür” kelimesini “hayat”la eş tutarız da…

“Ömür” başka şeydir, yaşanan “Hayat” bambaşka.

İlki doğum ile ölüm arasındaki yılların toplamı, aritmetiktir.

Büyük harfle “Hayat” ise bazen ömürden çalınan, hatta ona kulak asmayan “an”lara karşılık gelir.   

 

Auggie, 13 yıl boyunca her sabah, -saniye saniyesine- saat 08.00’da, aynı açıdan, aynı yerin fotoğrafını çeker.
Brooklyn’de açtığı tütün dükkânının –tam karşıdan- fotoğrafını…
Çektiği 4 binden fazla fotoğraf aynı gibidir ilk bakışta.

 

Her günü aynı yerlerde, birbirine benzer geçen bir hayat gelir aklına.

Oysa, hiçbir kare aslında aynı değildir. 
 

Zira fotoğrafın çekildiği yer ve zaman aynı olsa da, onu "o an" yapan farklı şeyler vardır. Mevsimiyle, havasıyla, güneşiyle-bulutuyla, "o an”dan geçen, sonraki fotoğrafta artık ol(a)mayan ya da fotoğrafa yeni katılan insanlarıyla… Farklıdır.
Hatta karelere sık denk gelen dakik” insanların bile, kıyafetleri, ruh hâlleri, ifadeleri değişir.
 

“Giden”leri, “gelen”leri; gelip de geçenleri, geçip de yitenleri, gelip de kalanları ya da hiç geçmeyenleriyle, hayatın sahneleridir o fotoğraflar. O fotoğraflar külliyen bir ömrün albümüyse, “Hayat” bazen fotoğraflardaki farklarda, o saklı hikâyelerde gizlidir.
 

Aktardığım hikâye, senaryosunu Paul Auster’in yazdığı ve Wayne Wangla birlikte yönettiği Smoke filminden.

Şimdi o cazip tütün mekânının içine girelim.

 

 William Hurt’ın canlandırdığı yazar Paul Benjamin içeridekilere sorar, “Dumanın ağırlığını ölçebilir misiniz?

“Yok canım, olmazlar gelir tabi. O usulca anlatır:

“Sigarayı teraziye koyarsınız.

Sonra yakar, içer; ardından izmariti, tüm külleri teraziye koyar, yeniden tartarsınız.
Aradaki fark, dumanın ağırlığıdır.”

 

İşte “Hayat”, biraz da o terazidedir. Kalan, “biraz kül, biraz duman”dır.

 

Edip Cansever’in “Hepsi kül (…) Bir bir anımsadığım şimdi /Yanmış hepsi, kül olmuş” dediği…

Yalnız kalınca her kuytusunu dolaştığımız, oradan geçip ana caddeye çıktığımız o “Kül Sokağı”.

Hayattır.

 

Bazen Onat Kutların dizelerindeki gibi:
"Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları.
Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan gelecek. 
Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları. 
Esinti olmadığı için savrulmayan, zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan, geçmiş kuşaklardan artakalan kül."

 

Hazin ama öyle… Ömrün uzun olması başka şey, “Hayat”ı uzun boylu yaşamak başka.
Yanan/yakılan şenlik ateşlerinin ardından, yürekte, hafızada kalan kül kadar toplamda hayat.

 

“Kül”ü küçümsediğimi düşünmeyin.

Eski kadınlar, mutfağın taş ocağında yaktıkları ateş geceye doğru küle döndüğünde…
Kalan korları, o küle gömerlerdi özenle. Üzerini külle örterlerdi.
Kül korurdu, ertesi güne saklarlardı “kor”u.
Sabah, külü hafifçe üflediklerinde, altında gizlenen kor yeniden alevlenir… Kibrite, çakmağa filan gerek kalmadan yanardı yine ateş.

Hiç sönmez/söndürülmezdi o kor. Sadece zamanını, o nefesi beklerdi.
 

Devam eden hayatın simgesiydi sanki.

Katıldığım her yeni yaş ritüelinde, eğer pastanın üzerindeki mumlar üflenir, zihinden dilekler sıralanırsa…
Benim aklımdan o "nefes" geçer.
Külün altında sakladığı kora, umulan, hayâl edilen yeni bir güne üfleyen nefes

 

Bana bütün bunları yazdıran o küle, dumana, “Smoke” filmine dönelim.

Hem de gelen günün mana ve ehemmiyetine binaen “Bir yılbaşı hikâyesi” ile…

 

Auggie (Harvey Keitel) acilen bir “Noel hikâyesi” arayan, mekânın müdavimi Paule başından geçen (aslında o an okuduğu gazetenin manşetine bakarak uydurduğu/hayâl ettiği) bir olayı anlatır.

Ne kadarı gerçek, ne kadarı hayâl Anlatırken beden dili de onu ele verir ama mühim değil.

Güzel bir hikâyede, ezberimizdeki böyle lüzumsuz mevzulara takılmayalım.

“Hikâyelerin gerçekliği konusunda mihenginiz, Boris Vian olsun hep:  

"Anlattıklarımın hepsi gerçek bir hikâyeden alınmıştır, çünkü başından sonuna kadar ben hayâl ettim."

 

Neyse… Auggie’nin hikâyesini bu lezzette, ömür gibi tabldot değil de, Hayat gibi alakart dinleyelim:

Dükkânına giren 17-18 yaşındaki bir genç, seks dergileri yürütür.

Auggie koşar peşinden ama yetişemez.

Yorulup durur ve yerde onun düşürdüğü cüzdanı bulur; içinde büyükannesiyle fotoğrafları, ehliyeti ve ehliyetinde adı, adresi vardır.

Roger’a, yani “o sıradan küçük serseri”ye kıyamadığı için polise söylemez.

 

Günler geçer, Yılbaşı zamanı gelir.

Yapacağı bir şey yoktur Auggie’nin. Kalkar, cüzdanda bulduğu adrese gider.

Bir Noel hediyesi olarak, ehliyetini verecektir Roger’a:  

Kapıyı çaldığında, içeriden ihtiyar bir kadın seslenir:

“Roger, sen misin yavrum?”

 

Açılır kapı. Kadın 80, hatta 90 yaşlarındadır. Kördür…

“Roger, yavrum, Noel’de bana uğrayacağını biliyordum” der.

Auggie, ne yapacağını bilemez. Kendiliğinden dökülür kelimeler:  

“Benim büyükanne, Noel için geldim…”

 

Sarılır ihtiyar kadın ve anlar elbet gelenin torunu olmadığını…

İkisi de “oynamaya razı oldukları bir oyunun” içine girerler.

İkisi de mutludur, bu oyundan.

Torunu gibi davranan, Yılbaşı yalnızı Auggie,  herşeyin yolunda gittiğini, bir tütün dükkânında işe girdiğini, mutlu, rahat olduğunu, evleneceğini filan anlatır “büyükannesi”ne.

Büyükanne de huzurla, mutlulukla, gülümseyerek dinler.

 

Acıkırlar, Auggie gider bir şeyler alır, dört başı mamur bir Noel sofrası donatırlar.

Saatler geçer, tuvalete gider.

Orada çalıntı eşyalar görür ve ambalajında 5-6 tane fotoğraf makinesi…

Hayatında daha önce ne fotoğraf çekmiş, ne de hırsızlık yapmıştır.

Ama öyle görünce… Birden oluverir.

Alır makinelerden birisini, odaya döner.

Büyükanne uyumuştur. Auggie bulaşıkları yıkar, elinde fotoğraf makinesiyle evden çıkar.

Sonra o makineyle, aynı mekânda, aynı zamanda çekilen “tek karelik” hikâyelerde “Hayat”ı, “an”ı arar.  

 

Böyle bitirir Auggie hikâyesini, sorar Paul Austere:

“Artık bir Yılbaşı hikâyen var, değil mi…”

Auster yanıtlar:

“Evet, sanırım var”.

Sigarasından dolu bir nefes çekip, sevgiyle, kocaman gülümseyerek “Sallamak, uydurmak büyük yetenek ister Auggie” der: 

“Çok güzel bir hikâye…”

Bu kez de ikisi, “oynamaya razı oldukları bir oyunun” içindedirler.

Güzel anlatılmış bir hikâyeyle, gerçek arasındaki fark “Hayat”tır zira. 

Hikâyeyi boşverir de, geriye dönüp ille gerçeği ararsan… Taş olursun.

Sizin de Yılbaşı hikayeleriniz var mı, yahut birkaç gün sonra olacak mı… Bilemem.

Ama size Smoke filminin finaline döşenen Tom Waitsin “Innocent when you dream”ini dinlemenizi öneririm.

Gerçeğin inşaatına, hayâllerin iskelesinden çıkılır çünkü:

“Bu çok eski bir his /tarlaların yumuşak ve yeşil olduğu zamanlardan
Bütün bunlar çaldığım anılar /ama düşlediğinde masumsun, hayâl ettiğinde masum…
 

İster kutlayın, ister idrak edin; bir tuhaf yılbaşı hikâyesiyse bizimkisi…

Hikâyelere bile çöreklenmişse hamasetin resmi tarihi…  

Ömrünü uzatmak için hayâllere bile celp çıkarıyorsa devran…

Mırıldanın, söylenin Can Yücel misali:

Düşünde bile göremez işler, düşlerin gördüğü işleri…”

 

Çok “an”ı kıymetli, her andaşı bâki, hayâli, hürriyeti esasıyla vâki, gönlünüzce bir yeni yıl dileğiyle…

 

BİR FİLM-BİR REPLİK

ADI VASFİYE

 

“Hikâye” arayan yazarımız yayıncısıyla birlikte İstanbul’da yürümektedir.

“Türkiye’de yazar olmak ölüm ya… Tıkandım, daktilonun başında oturuyorum bütün gün. Konu yok…” diye yakınır.

Yayıncı eşrafından çok korsan kasetçiyi andıran zat çıkışır:

“Şımarık… Yahu kafanı kaldır da bir bak. İşte konu. Al işte, konular işe gidiyor, bir otobüs dolusu konu…”

Sonra yürüdükleri caddenin duvarındaki “sanatçı” afişlerini, orada asılı pavyon tarzı “Sevim Suna” afişini gösterir, “Kimbilir asıl adı nedir onun… Merak et biraz. İşte konu.”

Ardından söylenerek, gider.

 

Yazarımız o afişe bakarken, bakıp da dalarken… Bir taksici (Aytaç Arman) yanaşır, omuzuna vurur genç yazarın.

Afişi gösterip, “Vasfiye… Asıl adı Vasfiye…” der:

“Uzun bir hikâyedir, ama anlatayım.”

Ve Barış Pirhasan’ın Necati Cumalı’nın öykülerinden senaryolaştırdığı, Atıf Yılmaz’ın yönettiği Adı Vasfiye filminde anlatılır o kadının, o hayatın bir fotoğraftan başlayan hikâyesi.

Yazar, o hikâyeye öyle kaptırır ki kendini, o hikâyede “yaşamaya” başlar bir süre sonra.

 

- Advertisment -