Bu başlık altında Olivier Jahan’ın 1 Nisan 2015’te Fransa’da vizyona girmiş olan filminden (Chateaux de sable) söz etmiyorum. Baudelaire’in dilinin dünyada eskisi kadar önemi yok artık ama bir Fransız Lisesi’ni bitirmiş olduğumdan bu deyimin öncelikle Fransızca anlamları geliyor aklıma. Biri, Türkçede de kullanılabileceği gibi, bir şeyi geçici olarak yapmayı ifade ediyor. Öteki, “İspanya’da Şatolar inşa etmek” (bâtir des chateaux en Espagne) ile eş anlamlı olarak “ gerçekleştirilmesi imkânsız şeyleri hayal etmek” anlamında kullanılıyor.
Türkiye’de Osmanlı döneminden kalan yabancı okullar sadece Fransızca eğitim vermiyor. İtalyanca, İngilizce, Almanca eğitim veren özel okullar da var. Yakın döneme kadar yabancı bir dili en iyi öğrenmenin yolu bu okullarda öğrenim görmekten geçiyordu. Bu okulların XIX. yüzyılın büyük güçlerinin önce Osmanlı, ardından da Türkiye toplumuna kendi değerlerini benimsetmesinin aracı olduğu çok yazılıp çizildi, hâlâ da tartışılıyor. Kabul etmek gerekir ki bu okulları bitirenler son yıllara kadar en azından dilini öğrendikleri yabancı ülkelerde yüksek eğitim alma eğilimindeydiler, belki hâlâ öyleler. Ama burada yanıtlanması gereken temel soru şu: “Fransız, İngiliz, Amerikan veya son dönemde kısaca ‘Batı hayranlığı’ olarak ifade edilen bu eğilim kendi ülkesinin çıkarları karşısında yer almaya kadar varabilir mi?”
Bu soruyu duraksamadan olumlu yanıtlamak mümkün değil. Bir kere, hangi yabancı dil olursa olsun, o dildeki kaynaklara ulaşan insanlar genelde o ülkenin çıkarlarını değil, evrensel nitelikteki değerlerini benimserler ve bu değerleri gelişimine katkıda bulunacağı düşüncesiyle kendi ülkelerine uyarlamak arzusu içinde olurlar. Nitekim Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan reformların temel amacı önlenemez bir çöküş yaşayan İmparatorluk için sihirli bir “yeniden diriliş” formülü olarak görülmüştü. Yoksa bu doğru değil miydi? Batılı değerleri benimsemiş bir Osmanlı’nın o eski gücüne kavuşması artık kumdan şatolar inşa etmek anlamına mı geliyordu?
Tanzimat Fermanı olsun, Islahat Fermanı olsun, Osmanlı’daki reform hareketlerine destek veren dönemin Batılı güçleri, bu desteklerini ilkesel temele oturtabilse, hem kendi değerlerine uygun davranmış, hem de bu değerleri benimsemiş olan Osmanlı aydınlarını hayal kırıklığına uğratmamış olurlardı. Aç gözlülükle Osmanlı’yı yok etmeye kalkışmasalar, kendi değerlerini benimsemiş olanların, emperyalist çıkarlarına da destek olacakları hayaliyle Fransızcadaki anlamıyla kumdan şatolar inşa etmemiş olsalar, Atatürk ve arkadaşlarının direnişiyle elbette karşılaşmazlardı.
Konuya Osmanlı aydınları açısından bakıldığında bir önceki paragrafta yönelttiğim soruya olumlu yanıt vermenin kaçınılmaz olduğu görülüyor. Batılı değerleri benimsemek ne kadar önemli olursa olsun bu değerlere, evrensel niteliği göz önüne alınarak, herkes tarafından saygı gösterilmesi de gerekiyor. Eğer bu değerler objektif biçimde değerlendirilmeyecek ve düşman ilan edilene karşı yalan, yanlış haberlerle silah gibi kullanılmaya devam olunacaksa, yeni bir dünya düzeni kurmak da mümkün olmayacak demektir.
I. Dünya Savaşı’nın, büyük devletlerin bu konuda içten olmadıklarını ortaya koyduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim savaşın galiplerinin aç gözlülükle dayattıkları barış anlaşmaları çok değil sadece 20 yıl sonra Eski Kıta’yı yeniden kana bulayacak ikinci savaşın tohumlarını atmış oldu.
II. Dünya Savaşı ertesindeki dünya düzeninde ise sahneye iki süper güç çıktı. Bu güçlerin oluşturdukları iki ideolojik blok arasındaki denge dünya çapında bir savaşı engelledi belki ama bu iki gücün kendi egemenlik alanlarındaki ülkelere siyasi, hatta askeri müdahaleleri de büyük sorunlara yol açtı. Bu bağlamda özellikle ABD’nin 1823’de ilan etmiş olduğu Monroe doktriniyle Latin Amerika’dakiler başta olmak üzere müttefik ülkelerde özendirdiği ya da yaptırdığı askeri darbeler demokratik değerlerin evrensel niteliğinin büyük ülkelerce bir türlü kabul görmediğini ortaya koydu, 15 Temmuzda bir kez daha görüldüğü gibi hâlâ da koyuyor.
Bu sorunlara karşın, 1945’ten bu yana evrensel demokrasi ve temel hak ve özgürlükler alanı olabildiğince gelişti. İki savaşın tüm olumsuzluklarını yaşamış Avrupa’da barış ve güvenliğin kalıcılığını sağlamak üzere evrensel değerlere dayalı bir birlik oluşturma projesi hayata geçti. Ekonomik alandan başlayarak siyasi birliğe dönüşen AB projesi, özellikle Sovyet bloğunun yıkılmasının ardından Eski Kıta’ya, evrensel değerler ekseninde, “farklılıklar içinde birlik” düsturuyla yeni bir dünya düzeni vaat ediyordu. Maruz kaldığı askeri darbelerle evrensel değerlerle arasındaki makas açılmış olan Türkiye’nin, bu düzen içinde yerini alabilmesinin kestirme yolu da AB üyeliğinden geçiyordu kuşkusuz.
Helsinki Zirvesi ile başlayan süreç başta objektif ölçütlere dayalı bir yol haritası sunuyordu. Eski milliyetçi temelde direnmelere karşın bu sürecin hızlı bir demokratikleşmeyi beraberinde getirmesi nedeniyle Türkiye için yararlı olduğunu kabul etmek gerekir. 2005’te adaylıktan müzakere eden ülke konumuna yükselmek, Bush yönetiminin önce İslam’a, daha sonra tüm dünyaya yalan söyleyerek Irak’a açtığı savaşın ne anlama geldiğini anlamasak da, tam üyelik için kumdan şatolar yapmamıza yol açmıştı.
Avrupa ABD değildi. O yıllarda görevde bulunduğum Fransa hiç değildi. Fransa Batı bloğu içinde hep ABD ile mesafeli olmuştu. NATO’nun askeri kanadında değildi ve Chirac’ın Cumhurbaşkanı olduğu o dönemde Irak savaşının karşısında durarak geçmişine yakışır bir tutum sergilemişti. Atlantik’in öte tarafında mallarının boykot edilmesine, şaraplarının yerlere dökülmesine karşın. Oysa tam da o sıralarda İslam düşmanlığını kaşıyan Sarkozy önlenemez bir yükseliş gösteriyor, partisinden birçok siyasetçi “siyasi ölçütleri yerine getirse bile Türkiye coğrafi nedenlerle üye olamaz” düşüncesini daha yüksek sesle söylemeye başlıyordu. Demek ki Tanzimat’tan tam 160 küsur yıl sonra bir başka reform sürecinde yine kumdan şatolar inşa etmeye başlamıştık.
Son 10 yılda sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda Avrupa’da ve dünyada neler olduğunu hepimiz belki biraz şaşkınlıkla izledik. Türkiye’de demokratik silah bırakma modellerinden esinlenen bir barış sürecinin çöküşünü, yanı başımızda ortaya çıkan yapay bir “İslamcı” terör örgütünü, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını daha o karanlık 15 Temmuz gecesi bile iddia ettiğim darbe kalkışmasını, uluslararası medyada yayımlanan ve bütün olan bitenin aslında Türkiye’nin suçu olduğunu ima eden haber ve değerlendirmeleri…
Örnekler çok ama özellikle 15 Temmuzdan sadece altı gün sonra okuduğum linki aşağıdaki Fransızca haberle, daha demokratik yeni bir dünya düzenin sadece kumdan bir şato olduğu gerçeğini içselleştirmek zorunda kaldım. O haber, 14 Temmuzda Nice’te meydana gelen terör eyleminin arkasında “Batı’nın Daesh’e karşı operasyonunu durdurmak isteyen Erdoğan mı var” (Erdogan est-il derrière l’attentat de Nice pour stopper l’opération occidentale anti-Etat Islamique en Irak ?) başlığını atmıştı. ( http://breizatao.com/2016/07/21/turquie-erdogan-maintient-le-blocage-de-la-base-us-dincirlik-qui-accueille-50-bombes-nucleaires/)
Türkiye’nin, Fırat Kalkanı operasyonu çerçevesinde Dabık’ı almasından ve dün başlayan Musul operasyonuna ABD’nin itirazlarına karşın bir şekilde katılacağını açıkladıktan sonra ne kadar manipülatif olduğu ortaya çıkan bu haberin ayrıntılarına girmeye hiç gerek yok. Çünkü altını asıl çizmek istediğim husus, Fransa’nın, eski gücünü büyük ölçüde yitirmiş olsa da, diğer Batı ülkeleri gibi, dil ve kültürünü yayarak emperyalist emellerine destek sağlayacağını düşünüyorsa yanıldığını vurgulamak.
15 Temmuzdan sonra bu köşeden Türk-Amerikan ilişkilerinin artık eskisi gibi olmayacağını çok yazdım. Darbe girişimindeki rolü ve bölgemizde izlediği Türkiye ile uyumsuz politikaları nedeniyle. İkili ilişkilerde üç-dört kuşak sürecek olan bu güvensizlik, ABD ile sınırlı değil. Washington’la paralel politikalar izleyen Batı Avrupa’nın emperyalist ülkeleri, bu bağlamda Sarkozy döneminde NATO’nun askeri kanadına dönen, ilkokuldan sonra dilini ve kültürünü öğrendiğim Fransa ile ilişkileri de kapsıyor elbette.
Atıfta bulunduğum haberde dile getirilen bir yalan var. Daesh ’in “Sykes-Picot anlaşmasıyla çizilen Irak-Suriye sınırını çiğneyerek Sünni nüfus yoğun bölgeleri Ankara’nın kontrolüne bıraktığı ve Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini ortadan kaldırdığı” yalanı. Buna tepki göstermek için ne milliyetçi, ne ulusalcı, ne Osmanlıcı, ne de iddia edildiği gibi İslamcı olmak gerekir. Fransa, kendi dil ve kültürünü almış olanların, bu tür yalanları savunabileceği düşüncesiyle Fransızcadaki anlamıyla İspanya’da şatolar inşa etsin isterse, hayal etmek en büyük özgürlük. Ama o şatolardan Türkiye’de yapması, yüz yıl kadar önce olduğu gibi bugün de hiç ama hiç mümkün görünmüyor.