Ana SayfaYazarlarKürt meselesinde seslerin rolü

Kürt meselesinde seslerin rolü

 

Diyarbakır’a ilk kez vasıl olmak 2003’te nasip oldu. Karasına ilk adım attığım birçok şehirde yaptığım gibi hiçbir vasıtaya binmeden kilometrelerce dolaştığımı hatırlıyorum. İstanbul’da işittiğimden daha azdı sanki Kürtçenin sesi. Çoğu insan kendi yakınlarıyla Türkçe konuşuyordu. Gazi Köşkü’nde Kırklar Dağı’nın esintilerini getiren tertemiz havayı soluyarak, Dicle nehrinin nice hikayeler anlatan fısıltısını duyarak dahil olduğumuz sıra gecesinde bile çoğu şarkılar hatta hikayesi Kırklar Dağı’ndan süzülüp gelen Suzan Suzi bile Türkçe okunuyordu.

 

Sonra şehrin derinliklerine dalınca, mesela namaz vakti Ulu Cami'de, çarşıda pazarda, kapı önünde oturup sohbet eden kadınlarla sokakta oynayan çocuklar arasında Kürtçeyi duymaya başlamıştım. Dilin yapısını, semantiğini daha çok hangi harflere yaslandığını merak ediyordum. Dengbej dinleme fırsatı son gün doğunca dönüş yolculuğunu ertelemeyi tercih ettim, bir daha ya kısmet olur ya olmaz. Ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum, orta yaşına rağmen bilgelik yayan adamdaki görmüş geçirmişlik, yüzündeki çizgilerin hak edilmişliği gerçekten alıp götürüyordu insanı, biraz anlatı biraz müzikle ilerleyen bir büyülenme. Benzerini bir gece Şam’da Emevi Meydanı’nın yakınındaki tarihi El Nafura kahvehanesinde yaşamıştım; yaşlı Arap masalcının masalında. Arapça bilmesem de sopasını yere vurarak dingin bir heyecanla anlattığı şey hakkında nice hayaller sarmıştı etrafımı. Uykumuz kaçmış masallardan bir haleyle dolaşmıştık bütün gece.

 

Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’ (2011) filmindeki Sumru, müzik antropoloğu olarak Diyarbakır’da, Urfa’da sesleri, hikayeleri, ağıtları, şarkıları toplama ve yorumlama üzerine bir çalışma yapıyordu. Seslerle insanlara ulaşmış, onların şimdiki zaman hikayelerine karışmıştı ister istemez. Kendi hayatıyla da yüzleşmekti bu bir bakıma.

 

Sumru misali kasetçileri dolaştım. Harcıalem müzikleri değil de daha derinlerden gelen, Anadolu’nun Kayıp Şarkıları tadında olacağını düşündüğüm Kürt halkının stranlarını, uzun havalarını, ağıtlarını, masallarını arıyordum ama öyle zordu ki rastlamak. Sur’daki ana caddede kasetçilerin vitrinleri İzzet Altınmeşe, İbrahim Tatlıses, Sezen Aksu, Berdan Mardini gibi şarkıcıların kasetleriyle doluydu. Şivan Perwer dahil birçok otantik sanatçının kasetleri arkada bir yerden çıkarılıp veriliyordu, o da iyi niyetinizi, dostluğunuzu iyice belli ettikten sonra.

 

İstanbul’da bir araya gelen ve “vakti geldi” ismiyle barış için inisiyatif almak isteyen bir gurup kurulmuştu. Hülya Koçyiğit’ten Zeynep Fadıllıoğlu’na, Oya Baydar’dan Ayşe Böhürler’e, Pınar Selek’ten Hidayet Tuksal’a geniş bir yelpaze. Duyguyu insana geçirme yetisi ve güçlü sesiyle uzaktan uzağa takdir ettiğim Aynur Doğan’ı orada tanıdım. Türkiye’de konser veremiyor, anlaşmaları vakti gelince bir bahaneyle iptal ediliyordu. Avrupa’da bilinen ve değer verilen bu ses adı konmamış bir yasaklamayla karşı karşıyaydı belli ki. Bunu bir caz festivali kapsamında Türkçenin yanı sıra birçok dilde şarkı söylenen Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda en somut biçimde gördük. 2011’de ‘Mujeres de aqua’ (Suyun Kadınları) konserinde Kürtçe şarkı söylerken yuhalamalar ve atılan zararlı cisimler yüzünden şarkısını yarıda kesip inmişti sahneden Aynur.

 

Televizyonda bir ses yarışması programı var, denk gelince izlediğim. Sürekli izleyenlere de sordum ve birçok dilde şarkılar söylendiği halde bu güne kadar hiç Kürtçe söylenmedi mesela. Türkçenin haricinde İngilizce, Almanca, Azerice, Farsça, Arapça söylenebiliyor, herkes ana dilinde kendini ifade edebiliyor pekala. Hatta Türkçe söylemeye çalışan bir İranlıya sen Farsça söylersen daha iyi gösterebilirsin belki sesini denilebiliyor. Van, Diyarbakır, Urfa, Batman’dan gençler de geliyor elbet. Muhabbetle alkışlanıyorlar. Burada Kürtçe de söylenmeli ve bütün Türkiye dinleyip alkışlamalı ki şarkıları sadece Kürtçe televizyonlarla sınırlı kalmasın. Türkiyeli olunacaksa zihinlerdeki gizli açık bariyerlerin kalkması lazım. İngilizce şarkılardan çok Kürtçe ve Türkçe şarkılara birlikte eşlik edebilirsek gözümüzdeki perde kalkar, basiretimiz ve bahtımız açılır.  

 

Van depremi olduğunda çevremdeki bütün Türklerin nasıl harekete geçtiğini, ne yapabiliriz yardımları nasıl ulaştırabiliriz telaşına kapıldığını hatırlıyorum. Soma’daki maden faciasında ise Hakkarili esnafın destek mesajları yayınlaması unutulmazdı. Bulvar caddesi üzerinde bulunan bazı otobüs firmaları iş yerlerinin camlarına siyah bez asarak “Manisa-Soma acınızı paylaşıyoruz” yazıları yapıştırmışlardı. Basına bir otobüs firması çalışanı olan Yavuz Tosun’un “şehit düşen kardeşlerimin yakınlarına maaşımın yarısını bağışlamak istiyorum” mesajı yansımıştı.

 

Mevcut çatışma bizim asıl gerçeğimiz ve makus talihimiz değil. Seçim süreçlerindeki nefret dilinin bir daha tekrarlanmaması gerekir. Çocukluğumuzdan beri her sabah okuduğumuz ve birilerinin ötekilere varlığını armağan ettiği “andımız” kaldırıldı, Dersim’de Kürt ve alevi halka yönelik katliamlar için devlet adına özür dilendi. Barış için önce gizli sonra aşikar görüşmeler başlatıldı. Akiller yurdu baştan başa dolaştı. Evet, bazı şeyler akim kaldı, eksikler var, bu çabaları ortaya koyan siyasi aktörleri birçok yönden eleştirebilirsiniz ama akıl almaz biçimde nefret nesneleri yaratmanın hedefi nedir diye merak ediyor milyonlar.  

 

Gerilimi nefreti artıran sesler sözler duygusal kopuşu artırıyor, insanları karşılıklı olarak barışın ana yolundan koparıp, geri dönüşü olmayan patikalara sürüklüyor. Yedi kat yabancılarla, emperyal güçlerle, şer odaklarıyla ittifaklar işbirlikleri kurulabilirken kadim dostlarımız, kader ortaklarımız, din kardeşlerimizle bunu gerçekleştirememek ne ile izah edilecek?

 

Temizlemek, yok etmek, ortadan kaldırmak söylemleri derin yaralar açıyor. Peki, her şeyin konuşulabildiği ortamda hendekli, barikatlı, silahlı mücadeleye destek mesajları veren sesler. Halkın mağduriyetinden kanlı bir siyaset üretmeye çalışan, okulları, ambulansları, hastaneleri yakan, sağlık görevlilerini öldüren örgüt?

 

Bizim “zulmün o kadar artsın ki sonun çabuk gelsin” diyen insanların bildirilerine değil, müzakerenin, uzlaşmanın, her türlü totalitarizme karşı durmanın, konuşmanın sesine ihtiyacımız var. Örgütün işine yarar düşüncesiyle ana dilde eğitimle ilgili çabaları askıya almak, atılacak adımlarda ayak sürümek en büyük yanılgı. Güvenlik politikaları gayya kuyusu, bir kere sıralama başladı mı, insana, yaşama hakkına, hayata, eşitliğe ve adalete hiç sıra gelmez.

 

Tersine silahın, şiddetin, kanlı siyasetin kuşatmasını kırmak için insani hamlelere, özgürlüklerin genişlemesine hız vermek en iyisi. Hiç kimse kendini sözü kesilmiş, susturulmuş, kimsesiz, sahipsiz, güvencesiz hissetmemeli. Birbirimizin şarkısına, hikayesine acısına daha çok eğilme, birinin hakkı çiğnenince hep birlikte ayağa kalkma, yeni bir toplumsal sözleşmeyi imzalama yılı olsun 2016.

 

- Advertisment -