Ben de birçok demokrat gibi, 2000’li yıllarda karşı konulamaz bir dalga olarak yükselen değişimin, muhafazakâr sosyoloji ile Kürt etnisitesinin siyasal buluşmasına yol açacağını düşündüm.
Baskıcı Cumhuriyet yıllarının dışarıda bıraktığı bu iki büyük sosyolojinin vesayetin aşılmasında kader ortaklığına yönelmesini teşvik eden birçok sebep sayabiliyorduk. Ancak bu, kendiliğinden gerçekleşebilecek bir durum değildi. Aşılması gereken önemli yapısal engeller vardı. Muhafazakâr kesimin siyaset yapıcıları, hâkim etnik gruba dayanan ulus ideolojisiyle yoğrulmuş bir toplumsal zemin üzerinde durduklarının farkındaydılar kuşkusuz. Kendisini dindarlık kadar Türklüğe de ait sayan bu geniş sosyoloji, eşit vatandaşlık temelli bir demokrasiyi kendi kimliğine saldırı olarak görmeye fazlasıyla yatkındı.
Kürt siyaseti de, entegrasyon perspektifinden uzakta duruyordu. Ortadoğu coğrafyasına dağılmış Kürt etnisitesini uluslaştırma/devletleşme perspektifine Marksist-Leninist köklerinden gelen “devrim” tasavvuru eşlik ediyordu. Türk ve Kürt tarafına egemen olan bu iki yönelim birbiriyle uyuşturulması mümkün olmayan siyaset planlarının varlığını ima ediyordu.
Ancak AKP, içeride istikrar ve Orta Doğu’da etki alanını genişletmek, küresel ve bölgesel bir aktör olabilmek için Kürt bagajının aşılması gerektiğini gördü. Rejimle kavga sürecinde resmi politikayı dönüştürücü hamlelere yöneldi. Türk-İslam sentezine karşı etnisiteler üstü bir söylem inşa etmeye başladı ve statükonun direnişine rağmen “Türk tarafını” çözüme hazırladı.
Bu dönem Kürt hareketinin bocalama ve kararsızlıklarına tanık olduk. AKP’nin geçici bir aktör olabileceğini; son sözü statükonun söyleme ihtimalini hesaba katan ve oyun planı kurmakta zorlanan bir görüntü verdi. Değişim büyük virajlardan güçlenerek çıkarken, kararsızlığı aşarak ilk olumlu reaksiyonu veren Kürt siyasetçi, Öcalan oldu. Öcalan’ın AKP’yi çözüm ortağı ilan etmesi, Kürt siyasetine egemen olan bakıştan köklü bir kopuşu ima ediyordu. Silahlı çatışma, yerini demokratik entegrasyonu hedef alan barışçı mücadeleye bırakacaktı.
Öcalan’ın sözlerinden, onun Batı’ya güvenmediğini; tıkanıp kalmış çatışma politikasıyla ne zaman “başarıya ulaşacağı” belli olmayan Kürt devleti macerasına, Türkiye’nin güçlü bileşeni olma gerçekçiliğini tercih ettiğini anlıyorduk. Bu, aynı zamanda Kürt sosyolojisi ve siyasetinin Türkiye’de inşa edilmekte olan yeni merkeze yolculuğunun habercisiydi.
Ne değişti?
Çözüm süreci boyunca izlenen politikalara baktığımızda, Türk tarafının “hakim ulus” paradigmasından tamamen uzaklaştığını; yeni rejimin inşasında kendi inisiyatifini zorlayacak bir iktidar alanı tanımaya çok gönüllü olduğunu söyleyemeyiz. Fakat gerçek sabotaj Kandil’den geldi. Nedeni haklara dayalı entegrasyon adımlarının iktidarca savsaklanması değildi. İktidarın tutuk davrandığı doğruydu; fakat bu, silahı açıklamaz. Belirleyici olan Kandil’in, Suriye krizinin önüne açtığı devletleşme alanıyla, Batı, İran ve hatta Rusya’ya kadar uzanan desteklerle tarihi bir fırsat yakalamış olduğuna inanmasıydı.
Barış Süreci boyunca PKK’nın İmralı çizgisine uygun davranmadığını; Kürt şehirlerinde militer organizasyonu güçlendirerek silahlanmayı tahkim ettiğini biliyoruz. Bu bize, etnik merkezli devletleşme perspektifini hiçbir zaman terk etmediğini anlatıyor.
Bu pencereden bakıldığında, Çözüm Sürecinin Türkiyeli Kürt toplumunda yarattığı beklentilerle PKK stratejisinin uyuşmadığı açıkça gözüküyor. Kobani’nin Türkiyeli Kürtler üzerinde ulusal kimlik heyecanı yarattığını söyleyebiliriz. Fakat bu, kendi hayatlarına yıkım olarak dönen bir stratejiyi tolere edecekleri anlamına gelmez. Nitekim PKK’nın radikal çağrılarına cevap vermediler.
Sonuçta, Kürt sosyolojisini merkeze doğru taşıyan süreç PKK barikatına çarptı.
Demirtaş ise süreçte, Kürtleri AKP ile karşı karşıya getirme ve Öcalan’ı etkisizleştirme planının figürü olarak rol aldı.
Kandil’in devletleşme oyununa hizmet etti.
“Büyük başarısı!” işinin hakkını vermesiydi…