Bir toplumun yüzlerce yıldır benimsediği değerleri bir kenara fırlatıp yerine onlardan çok daha üstün olduğunu iddia ettiğiniz yenilerini koyduğunuzda, haklı olup olmamanıza bağlı olmayan bir travma ve mağduriyet yaratırsınız.
Yapılanı “devrim” olarak niteleyerek olumlamanız, bu gerçeği değiştirmez.
Ardından gelen, mümkünse haklı çıkmak (aslında başarılı olmak) ve mağduriyet içindeki kitlenin zaman içinde ikna olmasını beklemektir.
Başarılı olursunuz veya olmazsınız.
Aslında tam bu noktada başarı görelidir ve en güvenilir gösterge de iknadır.
İnsanları ne kadar ikna edebildiniz?
Kemalist değerleri giderek daha fazla dogmatikleştirip 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında karikatürleştirme seviyesine vardıran Türkiye Cumhuriyeti’nin “başarı”sının bu açıdan oldukça tartışmalı olduğu kesin.
İkna konusunda eksik kalan kısımda ise buz gibi bir aşağılama var ve hiç kuşkusuz şu an herkesin şikayetçi olduğu kutuplaşma, tam da bu zemine oturarak yükseliyor.
AK Parti 2002’de iktidara geldiğinde de karşısına çıkan buydu.
“İrtica geliyor” korku pompalaması eşliğinde, ama ondan çok daha yaygın bir aşağılamanın, üsttenci bir bakışla hor görmenin hoşgeldinlerini aldılar.
“Gerici, ilkel, cahil, çağdışı” idiler.
Yakıştırılan sıfatlar çeşitlendirilebilir elbet, ama bu yazının amacı kutuplaşmayı bilemek değil.
Cevap ise seksen yıldır iniş ve çıkışlarla sürdürülen sabır ve katlanma sonucu oluşan itidalle verildi:
“Bekleyin göreceksiniz, başarılı olacağız.”
Oldular da.
2013 Haziran sonuna kadar işler yolunda gitti (veya öyle sanıldı).
Belediyecilikteki başarılarından referansla aldıkları iktidarlarında ülkeyi iyi yönettiler, ekonomide ve kalkınmada belirgin başarılarının yanına demokratikleşme hamlelerini eklediler.
Hak ve özgürlükler alanı genişledi, sarsılmaz denen askeri vesayetin temelleri sarsıldı (sonradan aslında pek o kadar güçlü olmadığını da gördük).
İşkence sıradan bir olgu olmaktan çıktı, mafya temizlendi, (aslında dijital uygulamalar sayesinde) rüşvet sıradanlaşmışlığından uzaklaştırıldı.
Örnekler çoğaltılabilir…
2013 Haziran’ına geldiğimizde ise, AK Parti’yi hedefleyen ciddiye alınabilir eleştiri neredeyse hiç kalmamıştı.
Temelsizce mırıldanılan “çalıyor ama çalışıyorlar” ezber argümanı bile duyulmaz olmuştu neredeyse.
Oysa ilk bakışta oldukça olumlu algılanabilecek, işler yolunda kalıbına uygun bu durumun ardında, gittikçe artan bir gerilim vardı.
Yaygın sekter muhalefet anlayışını başarılarla etkisizleştirmek kolaydı, ama bu, muhalif enerjinin yok olması anlamına gelmiyordu.
Aksine; yine bir ikna sorunu vardı ve bu sefer durum tersine çalışıyordu.
Mekanik de yine aynıydı. İkna için yine süre ve üstüste kuşakların geçmesi gerekiyordu ki, eski normalin yerini yenisi alsın.
Olmadı.
Berbat yönetilen bir süreç provokasyonlara açıldıkça açıldı ve sonunda akacak mecra bulamayıp sıkışmış muhalif enerji Gezi’de patladı.
Olayları tekrar hatırlatmaya gerek yok.
Muhtemelen daha on yıllarca konuşulacak, ama bizi bu yazıda ilgilendiren kısmı başka.
Gezi, yalanların kitlelere etkin biçimde geçtiği, onları mobilize ettiği ve giderek gerçeğin yerini aldığı bir süreçti.
O bildik mekanizma çalıştı, tekrarlanan yalan gerçeğe dönüştü ve bu dalga da oldukça kritik bir insan topluluğunu savurdu: aydınları.
Bilerek veya bilmeyerek, yalanlara önce inanıp belki sonra farkederek ama itiraf edemeyerek, mahallelerinin akıntısında bir daha dönmeye güçlerinin yetmediği yerlere sürüklendiler.
O zaman, temeli oluşturan (1) Müslümanlara karşı baskı ve aşağılama zemini üzerine cevaben gelen (2) Müslümanların başarısı kademesinin üzerine üçüncü bir iddia kondu: (3) Baskıcı, otokratik bir iktidar, İslâmcı bir diktatörlük.
Kutuplaşma merdiveni böylece belirginleşip giderek yükselmeye başladı.
Müslümanlar ise artık bıkmaya başlamışlardı ve itidal ile sabır da bir yere kadardı. Özellikle de elde, on yılı aşmış bir iktidarda yapılmış onca olumlu iş varken…
Müslümanlar giderek daha fazla haksızlığa uğradıkları, emeklerinin görmezden gelindiği noktasına doğru ilerleyip, sandıklardaki eski düşmanlıkların hatıralarına göz atmaya başlamışken, ilişki kopmuştu.
PKK/HDP çevresi dışında konuşulabilir hemen hiçbir muhalif kesimin kalmadığı; onların da tümüyle, sakladıkları bir Suriye gündemi doğrultusunda strateji geliştirdikleri bir dönemde, giderek PKK/HDP’nin yedeğine giren sosyalist sol da, Kemalistler ve tüm CHP de, artık çoktan gerçeğin dışında, ulaşılması imkânsız bir noktadaydı.
PKK/HDP dışı muhalefet varoluş uzayını taşımış ve gündem AK Parti hükümeti ile PKK/HDP arasındaki itişmeye kilitlenmişken, biriken provokasyon Ceylanpınar’da patlatıldı.
O günlerde başlangıç üstlenmelerine bakarak PKK’nın yaptığına kesinlikle inandığımız, ama bugün FETÖ sonrası oldukça şüpheli görünen bir çifte cinayet (Ceylanpınar’da iki genç polisin uykularında enselerinden susturucu silahla vurulması), ipleri de, paylaşılan ortak uzayı da kopardı ve 2015 Temmuz sonlarında savaş başladı.
Böylece merdivenin dördüncü basamağına ulaştık.
Artık HDP/PKK da gizli Suriye gündemi üzerine geliştirdiği ve Barış Sürecini baltalamayı değilse de ilerletmemeyi hedefleyen stratejisini bırakıp, tümüyle savaş propagandasına döndü.
Böylece kutuplaşma büsbütün keskinleşti. Merdivenin basamakları çoğaldı.
Artık herkes ayrı uzaylarda yaşıyor ve kimse kimsenin ne dediği ile ilgilenmiyordu — ama gerçek, taraflardan biri için halen tutunduğu bir yerdi.
Bu da çok sürmedi.
15 Temmuz darbesi geldi ve haklılığın, doğru verinin, sarih bilginin yerini paranoya ve propaganda aldı.
AK Parti, muhalefeti bir anlaşma zeminine çekmeye çabalamaktan vazgeçti.
Gerçek, önem sırasında gerilere itildi; yerini hamaset aldı.
Çözüm imkânsızlık çizgisinin ötesine ittirildi ve unutuldu (unutturuldu).
Medya da bu arada giderek daha fazla, politik bültenler manzumesine dönüştü.
Taraflar böylece tümüyle gerçeklikten koptular ve birbirleri için net/açık/saf kötüler ve iyiler olarak ayrıştılar.
Bunun sürdürülebilir bir durum olmadığı ortada. Bırakalım sürdürülebilmeyi, giderek tırmanıyor, bir patlama noktasına yaklaşıyor.
Sonuçta, sadece kutuplar arası gerilimin hissedilir bir neticesi olarak patlama da değil mesele. Kutupların karşısındaki olmadan veya onu yok sayarak sürdürülebilirliği imkânı da ortadan kalkıyor.
Bu yakınlarda iki taraftan iki örnek yaşandı.
İlki yine sarsakça, beceriksizce tasarlanıp ortaya bırakılmış, erken yaşta evliliğe ilişkin bir hukuki düzenlemeydi.
Konunun detaylarına burada girmeyeceğim. Detaylarına vakıf olmak isteyenler Merve Şebnem Oruç’a
(http://www.yenisafak.com/yazarlar/mervesebnemoruc/cinsel-istismar-duzenlemesinde-kazalar-silsilesi-2034262), Nihal Bengisu Karaca’ya (http://www.haberturk.com/yazarlar/nihal-bengisu-karaca/1326175-tasari-mi-berdel-mi) veya Alper Görmüş’e bakabilir (https://serbestiyet.com/yazarlar/alper-gormus/ak-parti-cok-agir-bir-hatanin-esiginde-737503).
Bunun karşısında ana muhalefet liderinin söyleyebildiği ise şuydu:
"Sizde vicdan, ahlâk yok mu? Ben bunu sormak zorundayım, düşünün 5, 6, 10 yaşında kız çocuğuna tecavüz edilecek, tecavüzcüsü ile evlenirse af getiriyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Ya beş kişi tecavüz etse bir kişi 'Ben evleniyorum' dese, herkes beraat edecek. Ahlâka bakın Allah aşkına. Böyle bir ahlâk olabilir mi? Bunun neresi insanlık, insanlığa sığmaz” (https://www.kurultay.com.tr/haber/kilicdaroglu-ya-5-kisi-tecavuz-etse-2016-11-19.html).
Oysa konu bu değildi. “Evlenilen tecavüzcüye af getiren yasa” Kılıçdaroğlu’ndan bile yaşlıydı. Buna karşılık AK Parti iktidarında, 2005 yılında yasada bir takım düzenlemelere gidilmiş, bir anlamda yasanın gayri ahlaki yanı törpülenmişti. Yine konuyu detayıyla bilmek isteyenler, Yıldıray Oğur’a bakabilirler (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/franca-violanin-ahi-737305).
Bütün bunları bilmiyor olabilir mi Kılıçdaroğlu?
Yasayı “tecavüze evlilik getiriyorlar, ahlâksızlar” yorumuyla paylaşan sosyal medya kullanıcıları kitlesini ayıralım ve Kılıçdaroğlu’nun bu yaptığı karşısında, kendi sorusunu soralım: “Böyle bir ahlâk olabilir mi?”
Kılıçdaroğlu’nu geçelim.
Onun ve benzerlerinin işi, çoktandır yitirilmiş gerçekliğin yerine boşluğu doldurmak için kırık dökük bir yenisini veya gölgesini inşa edebilmek.
Peki iktidarın sorumluluğu? Onlar boşluk doldursun, zırvalarıyla toplumu vursun diye cephane temin etmek mi?
Bu soruya o kadar çabuk “hayır” demek mümkün değil.
Artık yitirilmiş gerçeklik algısı, paranoya ve propaganda, iktidar cephesini de gerçeklikten, uzlaşma zemini oluşturma gayretinden uzaklaştırdı.
Hepsine boş veriliyor.
Hattâ o kadar boş veriliyor ki enerji içe dönüyor.
İkinci örnek tümüyle ve sadece iktidar cephesinden.
İlk yazı Haşmet Babaoğlu’ndan geldi (http://www.sabah.com.tr/yazarlar/babaoglu/2016/11/15/bir-sinifin-15-temmuz-kayitsizligi-ve-iki-kitap); ona göndermeyle yazılan ikincisi ise Mahmut Övür’den
(http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ovur/2016/11/19/o-gece-erdoganin-ilk-konusmasina-ne-oldu).
Daha kapsamlı olduğu için Övür’ünki üzerinden gidelim.
“Üzerinden 4 aydan fazla geçti ama hâlâ o 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk konuşmasına ilişkin soru işaretleri giderilemedi. O gece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, CNNTürk’te Hande Fırat'a konuşmadan önce Marmaris’te yerel gazetecilere konuştuğu biliniyor. Ama o konuşma nedense ana akım medyada yayınlanmadı ve Türkiye gibi iletişimde hayli başarılı olan bir ülkede, hedef kitleye ulaşmadı.”
Böyle başlayan yazı şöyle bitiyor: “Çok açık, medya toptan o ilk konuşmayı görmedi. Arkasında büyük tezgahlar, korkulardan kaynaklanan beklentiler aramayalım ama bu durumun da peşini bırakmayalım, neden acaba?”
Övür’ün dediği gibi olmadı. “Arkasında büyük tezgahlar, korkulardan kaynaklanan beklentiler” aranmakla kalmadı; ardında hayatın olağan akışından başka hiçbir şey olmayan bu “olay” öyle büyüdü ve yayıldı ki, sonunda TRT, Anadolu Ajansı ve daha birçok kurum, FETÖ desteği ve/veya korkusundan haberi “Erdoğan’ın ilk konuşması (ve tabii yaptığı sokak çağrısı) sansürlendi” noktasına getirdi.
Olayın detaylarına girmek ve işlemek için yer kalmadı; yazı yeterince uzadı.
Bu konunun detaylı irdelenmesi bir sonraki yazıya bırakıyorum.
Onları, “Erdoğan’ın ilk konuşması” araştırılırken ortaya çıkan verilerin işaret ettiği bir başka önemli yanılgı (veya çelişki) ile birlikte inceleyeceğim.