CNNTurk’ün sabah haberlerini (24 Eylül 2017) izliyorum: Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) aldığı tavsiye kararı Bakanlar Kurulu’nda karar haline getirilmiş… Buna göre “Kuzey Irak”ın bir gün sonra yapacağını ilan ettiği referanduma karşı her türlü tedbirin masada olduğu kesinleşmiş… Öte yandan “Kuzey Irak” bütün baskılara rağmen referandumda kararlı olduğunu bir kez daha duyurmuş…
Böyle bir dil… Sanırsınız ki “Kuzey Irak” adlı bir kara parçası dile gelmişkararlar alıyor, birileri o kara parçasını uyarıyor fakat o bildiğini okumaya devam ediyor. Spiker, haberin flaşını geçip ayrıntılara girdiğinde, ancak o zaman anlıyorsunuz ki kararları alan kara parçası değil, o kara parçası üzerinde söz sahibi olan ve adı “Kuzey Irak yönetimi” olan bir yönetimdir… Fakat hepsi o kadar: Haberi sonuna kadar izleseniz de o yönetimin, bizzat parçası olduğu Irak devleti tarafından da kabul edildiği gibi Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) olduğunu duyamıyorsunuz… Neden? Çünkü hükümet ve devlet bir zamanlar kullandığı bu sıfatın şimdi kullanılmasını uygun bulmamaktadır.
Eleştirellikten gönüllü uzaklaşma…
Gazetelerin ve televizyonların yayınlarındaki yegâne problem bu biçimsel tuhaflık değil kuşkusuz. Haber bültenleri, tartışma programları “Kuzey Irak”ın aldığı referandum kararı konusunda devletin belirlediği “doğru milli siyaset” gözetilerek kurgulanıyor. Bu aralar televizyon yöneticilerinin, enerjilerinin önemli bir bölümünü “milli siyaset”le çelişebilecek görüşleri olanları belirlemeye ve onları tartışmalardan uzak tutmaya harcadıkları muhakkak…
“Bu durum ne zamandır bütün alanlarda böyle değil mi?” diye soranlar tamamen haklı. Fakat ben yine de iş dış politikaya ve savaş ihtimaline geldiğinde Türk basınında bambaşka bir öforinin oluştuğunu söyleyeceğim: Doğru, iç politikaya ve genel olarak iç sorunlara dair meselelerde de medya algıladığı baskılar nedeniyle “dikkatli” davranıyor. Fakat tartıştığımız meselede bir fark var: Medya, üzerinde bir baskı hissetmese de gönüllü olarak bütün eleştirel silahlarını indiriyor, görevi, sanki halkı devletin belirlediği “milli” çizgiye ikna etmekmiş gibi davranıyor.
Ya “milli çizgi” o değilse?
Buradaki temel problem şurada: Belirli bir tarihsel anda alternatif dış politika siyasetlerinden hangisinin “milli çizgi”yi temsil ettiğine kim karar verecek? Buna, o anda iktidarda kim varsa onun karar vermesi ve iktidarın, muhalefetiyle basınıyla herkesin bu çizgi doğrultusunda davranmasını istemesi makul ve normal midir? Bu, doğru ve meşru bir sorudur, çünkü belirli bir tarihsel anda devlet ve hükümet yetkilileri, medya ve hatta kamuoyunun geniş kesimleri tarafından “milli çizgi”ye aykırı olarak değerlendirilen kimi alternatif siyasetlerin tarih tarafından aklandığı; “milli çıkar”ın, ilk anda göründüğünün tersine uygulanan siyasette değil uygulanmayan ve hatta “ihanet”le itham edilen siyasette yattığının ortaya çıktığı sık sık şahit olunan bir gazetecilik durumudur.
Çok yakın ve nispeten yakın tarihten iki örnek:
Birinci örnek: 24 Kasım 2015’te Türkiye sınırlarını ihlal eden Rus uçağının düşürülmesine karşı o anda devletin ilan ettiği “milli siyaset” bir yıl içinde çökmedi mi? Rusya ile ilişkilerin eski durumuna getirilmesi için devletin özür beyan etmesi gerekmedi mi?
Peki, 25 Kasım’da ve sonraki günlerde “Yanlış yapıyorsunuz, hatalısınız ve hatanızı kabul etmelisiniz” diyen birileri çıksaydı, hali nice olurdu?
İkincisi: 2003’ten sonra Irak Kürdistan’ında özerk bir Kürt Bölgesel Yönetimi’nin oluşma ihtimali ortaya çıktığında, bunu kırmızı çizgi sayan “milli siyaset”i eleştirip Türkiye’nin milli çıkarlarının oluşacak yönetimle iyi ilişkiler geliştirmesinde yattığını savunanların neyle itham edildiğini hatırlayalım… Çok değil, iki yıl sonra devlet “milli siyaset” buymuş deyip eskisini çöpe atmadı mı?
Bütün ülkelerde, bütün iktidar sahipleri…
Savaş ya da savaş öncesi durumlarda dış politikanın giderek herhangi bir haber alanı olmaktan çıkıp dikenli bir alan haline gelmesi elbette sadece Türkiye’ye has bir özellik değil. Fakat arada çok büyük bir doz farkı var: Türkiye’de gazeteciler, kendi devletleri bir çatışmanın parçası olduğunda garip bir öfori içine giriyorlar, devletle aralarındaki mesafe tamamen kapanıyor, adeta devlet aygıtının organik bir parçası haline geliveriyorlar.
Yukarıda da dediğim gibi gerçekte, en demokratikleri dahil, dünyanın bütün ülkelerinde iktidar sahipleri, özellikle gerilimli dönemlerde yürüttükleri dış politikanın itirazsız benimsenmesini isterler. Böyle dönemlerde medyadan istenen, bütün kurumlardan istenenle aynıdır: İşini “milli çıkar”lara uygun olarak yürütmek.
Örneği, basın ve ifade özgürlüğünün en ileri boyutlarda olduğu İngiltere’den vereyim: BBC de tarihi boyunca İngiltere başbakanlarınca “milli hassasiyetleri” gözetmemekle suçlandı… Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda Churchill tarafından “faydasından çok zararı olmakla”, Süveyş Kanalı krizinde Anthony Eden tarafından “gayri milli bir tutum takınmakla”, Falkland savaşında Thatcher tarafından “İngiliz yayın kanalı mı, Arjantin yayın kanalı mı olduğunun anlaşılmamasıyla” itham edildi.
Devletler ister, problem gazetecilerin tavrında…
Yani aslında iktidar sahibi politikacıların basından “milli hassasiyet” beklemeleri bir açıdan “normal” ve eşyanın tabiatına uygun… Fakat aynı talebin bizzat bazı gazeteciler tarafından dile getirilmesi ve gönüllü olarak benimsenmesi hiç normal değil. Bu talep ancak, gazeteciliği, devlet katından sâdır olan karar ve eylemleri hiç sorgulamaksızın halka benimsetmekle görevli bir meslek olarak gören bir yaklaşımın ürünü olabilir. Böyle bir yaklaşım, bu mesleği gerçekten de devletin “halkla ilişkiler bürosu” derekesine indirger.
Oysa gazetecilik tam tersine, toplum ve bireyler adına karar alanların bu kararlarının doğru olup olmadığının tartışılmasına aracılık eden (ortam oluşturan) mesleğin adıdır. Ortada kamusal nitelikli (yani hepimizin hayatını ilgilendiren) bir haber varsa, bunun birkaç kişinin bilgisi dahilinde gizli kalmasındansa, kamusal bilgi haline gelmesi hepimizin hayrınadır. Çünkü bu sayede o hakikat üzerinde tartışabilir, anlamını çözebilir, etki mekanizmalarını yönetebiliriz… Aksi takdirde “toplumsal iyi”nin ne olduğuna karar verecek sınırla sayıda insanın iradesini kabul etmek zorunda kalırız.
Devletle bütünleşmenin dili: “Biz…”
Böyle dönemlerde dil de değişiyor, gazetecilerin devletle bütünleşmenin sembolik kelimesi olan “biz” devreye giriyor…
Rus uçağının düşürülme günlerinden iki örneği hatırlatırsam meramım daha iyi anlaşılacak…
Bilhassa Ortadoğu hakkındaki kapsayıcı, bilgi ağırlıklı yorumlarıyla dikkat çeken Mustafa Özcan gibi bir gazetecinin Türkiye-Rusya krizini ele alış biçimi şöyle olmuştu:
“Putin köpeği kuduz hale gelmişti dişlerini söktük, ağzına verdik. Daha doğrusu kuzeyimizden sonra güneyimizde de bize sataştı, diş biledi, diş gösterdi, biz de dişlerini söktük ağzına verdik…”
Benzer bir tabloyu sadece Mustafa Özcan örneğinde olduğu gibi yorumlarda değil, haberlerde, hatta manşetlerde de gördük. Uçak 24 Kasım 2015’te düşürülmüştü, bakın ertesi günkü manşetler nasıldı:
“Rus çizgiyi aştı, vurduk” (Star), “Uyardık, vurduk” (Yeni Şafak), “İhlal ettiler, düşürdük” (Akit), “Uyardık, vurduk” (Türkiye), “Sınırı aştı, vurduk” (Takvim), “Son kez uyardık ve vurduk” (Yeni Yüzyıl), “10 kez uyardık” (Vatan), “Tam 10 kez uyardık, günah bizden gitti” (Sabah), “Sabrımızı test ettiler” (Akşam).
Hakikat arayışı: İcabında topluma ve bireylere rağmen
Gazetecilerin toplum adına devleti, karar alıcılarını denetleme görevi sadece iç politika konularıyla mı sınırlıdır? İş dış politikaya ve “milli” meselelere gelince akan sular durmalı, herkes gibi gazeteciler de hiza ve istikamete mi gelmelidir? Hiç kuşkusuz hayır. Hatta, dış politika ve “milli” meseleler söz konusu olduğunda gazetecilerin denetleme arzuları ve kararlılıkları daha da keskinleşmelidir. Çünkü böyle dönemlerde zaten herkes hiza ve istikamete gelmeye teşnedir, hatta basının onlar adına denetim görevi yürüttüğü toplum ve bireyler bile teşnedir. Evet, böyle dönemlerde gazeteciler, “can sıkıcı” haberleri bilmek istemeyen toplum ve bireylere rağmen de bu görevlerini yürütmelidir.