“Gezici gençlere içiyorum, onlardan çok şey öğrendik…” dedi orta yaşlı kadın. Yelkenli teknelerinden henüz yeni karaya çıkmış üç genç adam, “Biz de geziciyiz” dediler hep bir ağızdan.
“90 doğumlu kızım Gezi’den sonra çok değişti, odasını bile topluyor, sorumluluk sahibi oldu. Dünya bize hayran kaldı. Yılın altı ayı İtalya’da yaşıyorum, İtalyan arkadaşlarım Gezi’ye hayran. ‘Biz de asla böyle bir şey olmazdı’ diye bana öykünüyorlar. Var mı sokakta tango yaparak protesto etmek?”
Bir ada sahilinde, kalabalık bir mekânda, oturanlara aldırış etmeden bağıra çağıra devam eden bu saygılı insanlar diyaloğu, kadının “Buna sebep olanları darağacında görmek, istiyorum” diye şehvetle bağırmasına neden oldu. Gençlerden biri heyecanla ayağa fırladı, “Olacak, olacak hem de çok yakında. Hepsi darağacına gidecek” dedi. “Zaten darağacına onlar gitmezlerse bizim halimiz harap” diye cevap verdi kadın… Sonra gençler, kadından kızının telefonunu istedi, “Sizin kadar güzeldir, görüşmek isteriz…” diye sürdü diyalog. Orada oturanlar istemeden tanık oldukları konuşmaya aldırış etmeden yemeklerini yediler kendi dünyalarında.
Büyük usta Sait Faik, adasında bir sahil meyhanesinde yaşanan bu diyaloğu muhteşem yazardı eminim. Ada’da olanları orada bırakarak giderek fetiş haline getirilen Gezi’nin Babıali oligarklarını aklayan, iki timsah gözyaşının döküldüğü belgeseli izledim. Hem de birkaç kere. İletişim okurken bir hocamız iletişim kurmanın ilk koşulunun ‘utanmazlık’ olduğunu söylemişti. Gezi mağduru (!) gazetecilerin hikâye edildiği Persona Non Grata (İstenmeyen Adam) belgeselinde utanmazlığın başka bir boyuta çıktığını, adeta Nirvana’ya ulaştığını görünce, “Vay anasını, mağdurlara bak, çay demle…” diyerek küçük dilimi yutmadım desem yalan olur. İçinde dolgu malzemesi olarak kullanılan gazetecileri saymazsak (Başta Ahmet Şık olmak üzere onlar da itiraz ettiler bu belgesele) Türk merkez medyasının oligarklarının duygusal sahne soslamasıyla aklanmasına tanık olduk.
Can Dündar’ın buğulu sesiyle nasıl mağdur olduğunu anlatmaya başladığı belgeselde kimler yok ki… Ki Dündar, lüks villasından çıkarken içli sesiyle, 17-25 Aralık darbe girişimlerini iki ayrı dizi yaptığı için nasıl mağdur edildiğini anlatıyor belgeselci kadına. Zaten duruşmaya yarım saat içinde yetişemezse ‘hapse girme’ tehlikesi varmışmış. Yaptığı iki yazı dizisinden sonra cemaat operasyonunu akladığı için Cumhuriyet’in yayın yönetmenliğiyle ödüllendirilen Dündar, Yahşi Cazibe dizisinin Simge’si gibi ‘mağdurum da mağdurum’u oynuyor; belgeseldeki diğer esas çocuklar gibi.
Vay arkadaş dedirten isimler
Bekir Coşkun’dan Hasan Cemal’e Fatih Altaylı’dan Derya Sazak’a bayağı bir geniş mağdurlar ordusu çıkarmış Gezi. Tabii dizinin esas çocuğu, Türk medyasının her daim en büyük pastasını elinde tutan Doğan Grubu’nun sahibi Aydın Doğan. Şimdi tanımasak bilmesek ciğerlerini, duygusal fon müziğinin etkisinde kalıp sahiden de mağdur olduklarına inanacağım. Hürriyet’i satın aldıktan sonra gazetelerde sendikayı bitiren, özellikle 90’lı yıllarda gazeteci-yazar sıfatıyla etrafına aldığı adamlara milyon dolarlar verip çalışanlarının büyük bir bölümünü açlık sınırında tutan Aydın Doğan’nın da mağdur olduğu bir ülkede yaşıyormuşuz haberimiz yok. O Doğan ki, milyon dolarlar verdiği yazar, yöneticileri sayesinde hükümetler kurdurup her türlü iş takibini yaptırıyordu. Diğer çalışanlarına ise fazla zam vermemek için, her yılbaşı arifesinde toplu işten çıkarmalar yapan sanki kendisi değilmiş gibi gazetecilerden yana tavır koyması da ayrıca incelenmesi gereken bir ironi aslında. Bu yüzdendir AK Parti’ye oy verenleri ‘göbeğini kaşıyan adam’, ‘bidon kafalı cahiller’ olarak niteleyen’ Bekir Coşkun’un Aydın Doğan’ı ‘İyi medya patronu olarak’ nitelendirmesi. Az pastasını yemediler birlikte memleketin…
Ben belgeselde en çok Aydın Doğan’ı mağdur eden penguenlere kızdım. Sen kalk kutuplarda gezerken Doğan’ın CNN TURK’ünü işgal et. Gezi’de olaylar patlamış, kanalda dans gösterisi yap. Kanalın yöneticilerinin de sabah haberi olsun! Türk Solunun 100 yıldır yapamadığı devrimi bir gecede yapıp tekrar ait olduğun yere dön. İlahi penguen!
Bazılarımız daha eşit…
Mağdur Derya Sazak’ın belgeseli çeken Tuluhan Tekelioğlu’na söylediği bir söz medya oligarşi sisteminin özeti aslında, üstüne laf edilmez. Patronu Aydın Doğan tarafından 700 bin dolarcıklık evle ödüllendirilen Derya Bey, “Aslında ucuzdu. O yıllarda medyada iyi paralar kazanıyorduk” diyor. Derya Bey’in bahsettiği yıllarda ben de medyadaydım şu anda olduğu gibi… Değil ucuz bulmayı, hiç öyle bir hayalim bile olmadı. Zaten benim maaş hesabım dışında, işsiz olduğum dönemde işime yarar diye tasarruf hesabım da olmadı. Öyle olduğu için zaten Derya Sazak bir Gezi mağduru kahraman gazeteci, ben ise binlerce gazeteci gibi işsiz olduğunda ne yapacağını bilemeyen şaşkın bir ördek. Şimdi Derya Sazak mağdur, ben ise bu yazıyı yazdığım için yandaş oluyorum öyle mi? Peki…
Taraf’ta çalıştığımız yıllarda ki aylarca maaş almayı bırak, eve ekmek götürecek paramız olmadığı bir dönemdi; bir arkadaşım Ahmet Altan’ın kendisini çok sevdiğini söylemişti. Ben de kendisine şöyle cevap vermiştim: Ahmet Altan seni çok sevsin ama sakın ola onunla eşit olmayı isteme, hatta bunu aklından bile geçirme. O, kafeste duran bir maymun olarak sever seni, bulunduğun yerden dışarı çıkınca hatta eşit olmaya çalışınca ortada sevgi falan kalmaz. Sözlerimin üzerinden çok fazla zaman geçmedi, büyük sevgiden ‘alçaklığa’ doğru evrildik kendilerini daha bir eşit görenlerin gözünde…
Kanla beslenenler
Düzen iyi kurulmuş aslında. Fikirlerin hiçbir önemi yok. Birbirlerine zıt fikirleri olduğunu sandığın bu medya oligarklarının ortak çıkarları söz konusu olduğunda nasıl Voltran’ı oluşturduklarını görüyoruz son günlerde. Aslında hep böyleydiler, birileri kurulu düzeni savunmak için saldırırken, diğerlerine ise toplumun vicdanı olmak düşüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse son yıllara kadar iyi getirdiler bu işi. 90’lı yıllarda boşaltılan köyler, cezaevlerinde yakılan insanları görmedi bu medya düzeni. Aralarında ‘iyi adamlar’ diye nitelendirdiğimiz ya da öyle bildiğimiz insanlar, bu yaşananlara dikkat çekti toplum vicdanı adına. Aslında mesele vicdan da değildi, sistem yürüsün diye ayarlanmıştı her şey. Öfkeleri de bundan daha çok. Şimdi hepsi bir araya geldiler. Akan kan devam etsin diye çırpınıyorlar. Gezi’de ölen fakir aile çocuklarının kanları üzerinden kendilerini yıkayıp aklamaya çalışıyorlar bugün. Aklayacaklar aklamasına da lanet hafızamız olmasa, bilmesek geçmişlerini… Gördüğüm şu; medyada her şey değişir, vampirlik değişmez. O düzeni korumak için, kanın durması değil, akması lazım. Koca koca adamların PKK’nın ayağına kadar gidip “Aman silahlı mücadeleyi bırakmayın” demesi, Kürt hareketini umursadıklarından değil, kendi çıkarlarının ilelebet sürmesini istemelerindendir…
Baştaki hikâyeyle bitirelim ilk kez bu kadar uzun yazdığım yazıyı. Orta yaşlı kadınla gençlerin herkesi rahatsız eden diyaloğundan alakasız yan taraftaki meyhanede oturan kadına ilişti gözüm. Kadın, her 30 saniyede bir inanılmaz tiz bir ses tonuyla kikir kikir gülüyordu. Beni diğer konuşmadan koparmıştı kadının gülüşleri. Merak ettim gülüşün sahibini, bir ara ayağa kalktı. Ufak tefek, minyon bir kadın; hani o bedenden nasıl böyle bir ses çıkar dedirtecek cinsten… Hayran oldum gülüşüne, kim bilir belki de medyanın Gezi mağduru kahraman gazetecileri belgeselini izlemişti. Yaşanan acılar olmasa, aslında böyle bir gülüşü fazlasıyla hak ediyordu bu belgesel…