Sözünü ettiğim Başkan, Latin Amerika’da Amerikan karşıtı politikalarıyla ön plana çıkan Küba veya Venezuela’nın devlet başkanları değil. Ya da Yeni Kıta’nın büyük devletlerinden birinin başkanı. Aslında 1823’ten bu yana yaklaşık iki yüz yıldır Kıta’yı arka bahçesi gören ABD’ye karşı Latin Amerikalıları birleştirebilen bir siyasetçi Monroe Doktrini’ne son vermiş olacağı için tarihe geçerdi. Dolayısıyla böylesine zor, ulaşılması neredeyse imkânsız bir hedef bu.
Gel gör ki Başkan Trump, Venezuela’ya yönelik sözleriyle bu hedefe ulaşma konusunda umut vaat ediyor. Hatırlanacağı gibi, Trump tatilini geçirmekte olduğu New Jersey’deki golf kulübünde yine boş boğazlık etti ve Venezuela’ya karşı gerektiğinde askeri opsiyon da dâhil birçok opsiyonları olduğunu söyledi. Bu kadarla da yetinmedi ve şu üç küçük cümleyi de sözlerine ekledi: “bütün dünyada, bazen çok uzaklarda birliklerimiz var. Venezuela çok uzakta değil. Ve insanlar acı çekiyor ve ölüyorlar.”
Venezuela’da Başkan Maduro’nun muhalefet cephesinin hakimiyetindeki Ulusal Meclis’i devre dışı bırakarak yeni bir anayasa yapmak üzere Kurucu Meclis oluşturmasının en hafif tabiriyle demokratik ilkelerle bağdaşmadığını konuyla ilgili yazılarımda etraflıca aktardığım için bir kez daha yinelemek istemiyorum. Ama Latin Amerikalı birçok ülkenin de bu görüşü paylaştığını hatırlatmakta yarar var. Nitekim Lima’da bir araya gelen Amerika Devletleri Örgütü (OEA) Dışişleri Bakanlarının çoğunluğu (12/17) tarafından 8 Ağustos’ta imzalanan bildiri Venezuela’ya karşı “demokrasiden saptığı” gerekçesiyle hukuki yaptırımlar öngörüyor. Bu yaptırımların özünde Kurucu Meclis’in ve alacağı kararların tanınmaması var.
Venezuela’nın Güney Amerika Ortak Pazar’ı olarak bilinen Mercosur (Mercado Común del Sur) üyeliği bundan üç gün önce (5 Ağustos) aynı gerekçeyle (demokrasiden sapma) askıya alınmıştı. Kararın kaldırılması için Kurucu Meclis’in lağvedilmesi ve siyasi tutuklu muhalefet cephesi üyelerinin serbest bırakılmaları şart koşulmuştu. “Ushuaia protokolü” olarak bilinen demokrasi ölçütü daha önce sadece bir defa Devlet Başkanı Fernando Lugo’nun 2012 yılında Meclis darbesiyle düşürülmesine tepki olarak Paraguay’a karşı kullanılmıştı.
Sonuç olarak, Mercosur üyeliğinin siyasi bir gerekçeyle askıya alınması ve Lima bildirisinin yayınlanmasıyla Maduro yönetiminin Latin Amerika’da yalnızlaştırıldığını ve iyice köşeye sıkıştırıldığını kabul etmek gerekir.
Can simidi
Nicolás Maduro ve yönetimi, tahmin olunacağı gibi, gerek Mercosur ’un kararına, gerek Lima bildirisine sert tepki gösterdi. Maduro, Arjantin’de yayın yapan Radio Rebelde’ye yaptığı açıklamada Venezuela’nın hiçbir zaman Mercosur ’dan çıkarılamayacağını, bunun mümkün olmadığını söyledi. “Ruhumuz, kalbimiz, hayatımız Mercosur” diyen Maduro sözlerine şöyle devam etti: “Brezilya’daki gibi darbeci oligarşiler ya da Arjantin’i yöneten sefiller bunu bin kere deneyebilirler ama biz hep orada olacağız.”
Başkan Maduro ayrıca Arjantin Devlet Başkanı Mauricio Macri’yi de ismen hedef aldı. “Macri’nin halkını ve işçi sınıfını yok ettiğini” söyleyen Maduro, Arjantin Devlet Başkanı’nı ayrıca “ülkesinin 60’lı yıllarda Küba’ya karşı yapmış olduğu gibi, Venezuela’ya karşı siyasi, ekonomik, mali ve ticari bir ambargo uygulanmasının önderliğine soyunmak” ile suçladı.
Lima deklarasyonuna ilk tepkiyi, Caracas’ta Latin Amerikalı diplomatları bir araya getiren Dışişleri Bakanı Jorge Arreaza vermişti. Arreaza toplantıda bildirinin altında imzası olanların Bolívar Devrimi’ni köşeye sıkıştırmakla “tarihi bir hata” yaptıklarını vurgulamıştı. Ardından Başkan Nicolás Maduro bölge ülkelerine bu konuyu ele almak ve “Venezuela’ya saygının yeniden tesisini sağlamak” amacıyla bir zirve yapılması önerisinde bulunmuştu. Maduro ’ya göre bu girişim uluslararası hukuka aykırı olarak Venezuela’nın içişlerine müdahale niteliği taşıdığı için kabul edilemezdi. ABD’nin etkisindeki Latin Amerikalı siyasetçiler bunu önünde sonunda göreceklerdi.
Ama kabul etmek gerekir ki Maduro’nun Washington’un etkisinde olduğunu söylediği Latin Amerika ülkelerini ABD’ye karşı yanında yer almaya ikna etmesi için bir mucize gerekliydi. İşte Trump, Mercosur ve Lima kararlarının köşeye sıkıştırdığını bizzat Maduro’nun kabul ettiği Venezuela’ya, anlamsız kibriyle, askeri müdahale olasılığından söz ederek o mucizeyi gerçekleştirmiş, Chavist rejime adeta bir “can simidi” atmış oldu.
Aslında Trump ’un sözünü ettiği ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi Monroe Doktrini’nin hiçbir sürümünde bulunmuyor. Washington’un özendirdiği ve desteklediği askeri darbeler dönemini artık arkada bırakmış olan Latin Amerikalı siyasetçilerin çoğunluğu belki Chavist rejime karşıydı ama Monroe Doktrini’nin Trump sürümüne de onay vermeleri beklenemezdi. Nitekim bölge ülkelerine ziyaretlerde bulunmakta olan Mike Pence, daha ilk durağı olan Bogota’da, Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos’un askeri müdahale seçeneğine şiddetli itirazıyla karşılaştı. Santos, Pence’le yaptığı ortak basın toplantısında bu konuda açık konuştu: “dostlar gerçekleri söylerler, kendisine de açıkça ifade ettiğim gibi, askeri müdahale seçeneği düşünülmemeli. Ne Kolombiya ne Latin Amerika, Kuzeyde Rio Grande’den Güneyde Patagonya’ya kadar (bu topraklarda) kimse bunu kabul etmez.”
ABD Başkan Yardımcısı Pence de görünürde Trump ’la arasına mesafe koymuş ve Başkan’ın kendisini “Venezuela’da demokrasinin barışçıl yollardan restorasyonu için Latin Amerika’nın desteğini sağlamakla görevlendirdiğini” söylemişti. Pence Latin Amerika turnesinin sonuna doğru ABD’nin bu konudaki tutumunu daha da netleştirdi. Maduro’nun ismen hedef aldığı Arjantin Devlet Başkanı Macri ile buluşmasının hemen ardından bu defa diplomatik baskıyı arttırmak suretiyle Venezuela’da demokrasinin barışçıl yollardan restorasyonunun sağlanacağı inancını dile getirdi. Ardından “aynı coğrafi bölgede yaşıyoruz, ne yapacaksak, bunu beraber yapacağız” dedi.
Pence turnesinin sondan bir önceki durağı olan Şili’de de Latin Amerika liderlerinin askeri müdahale seçeneğine şiddetle karşı oldukları mesajını net biçimde aldı. Şili’nin sosyalist Devlet Başkanı Michelle Bachelet bu konuda sözlerini esirgememiş, ortak basın toplantısında Şili’nin “askeri darbeleri ve askeri müdahaleleri desteklemesinin söz konusu olmadığını” ve “sadece BM Güvenlik Konseyi tarafından benimsenen yaptırımlara destek vereceğini” vurgulamıştı. Pence de Buenos Aires’te verdiği “ABD’nin bölgede Latin Amerika ülkelerinin birlikte destek vermediği bir şey yapmayacağı” mesajını Santiago’da bir kez daha yinelemek durumunda kaldı.
Sonuç olarak, Trump’ın bugüne kadar dünyanın başka bölgeleriyle ilgili olarak düşünmeden sarf ettiği tepki çeken sözleri gibi, Venezuela’ya askeri müdahale seçeneğiyle ilgili olarak söyledikleri de havada kalmış oldu. “Havada kalmak” teriminin aslında durumun Washington açısından vahametini ortaya koymak bakımından yetersiz kaldığını belirtmekte de yarar var. Çünkü bu sözlerin yol açtığı tepkileri dindirmek için görevlendirdiği siyasetçiler, Pence’in Latin Amerika turnesinde yaptığı gibi, Trump’ın sözlerinin tam tersinin geçerli olduğunu dile getirmek zorunda kalıyorlar. Bu konuda da sonuç itibariyle ABD’nin Venezuela dâhil hiçbir Latin Amerika ülkesine askeri müdahalede bulunamayacağı gerçeği vurgulanmış oldu.
Chavist rejim de bu vesileyle Washington’un muhalefetinin sınırları aşması halinde sadece Küba, Ekvador ve Bolivya’nın değil, tüm Latin Amerika’nın desteğini arkasına alabileceğini gördü. Sınırları aşmakla kastettiğim, Şili Devlet Başkanı Bayan Bachelet’nin vurguladığı gibi, ABD’nin rejimi ne olursa olsun, herhangi bir Latin Amerika ülkesine karşı askeri darbe veya müdahaleye kalkışması.
Ayrı bir konu ama Trump’ın boş boğazlık ederek dile getirdiği Washington’un askeri darbe ve müdahale seçeneklerine sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın herhangi bir bölgesinde de birlikte tepki gösterilmesinin uluslararası barış ve istikrarın korunması bakımından olumlu bir gelişme olacağına kuşku yok.