Gürkan Zengin, geçtiğimiz haftalarda Serbestiyet’te, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefet partilerini “dörtlü çete” diye adlandırmasının ve genel olarak kullandığı dilin “beka sorunu yaşayan bir ülkede toplumsal dayanışma açısından sıkıntılı sonuçlara yol açabileceği”ne dair bir yazı kaleme aldı. (“Cumhurbaşkanı, Genel Başkan da olunca…”, 26 Şubat 2019).
Aşağıda biraz daha ayrıntısıyla dikkatinize sunacağım yazı, zihnimde şu soruyu uyandırdı: Varlık-yokluk (beka) gibi, aşılabilmesi için toplumsal dayanışmanın şart olduğu bir soruna dûçar olmuş ülkenin lideri, toplumsal dayanışma açısından doğuracağı apaçık olumsuz sonuçlara aldırmayan bir dil kullanır mı?
Böyle bir şey, mesela ölüm-kalım maçına çıkacak takımın teknik direktörünün, takımın altı futbolcusunu göklere çıkartırken kalan beşini yerin dibine batırmasına benzemez mi? Bu tercihler, ülkenin ya da takımın korkulan sonuna hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağına göre, ülkenin liderinin ya da takımın teknik direktörünün tutumlarını nasıl bir mantık çerçevesine oturtabiliriz? Oturtabilir miyiz?
İsterseniz artık, hadiseyi anlamada yardımcı olsun diye yazıya davet ettiğim teknik direktörü sahanın dışına alıp, bu soruları ülkenin lideri için soralım.
Burada iki ihtimalden söz edebiliriz:
Birincisi: Ülkenin lideri, ülkesinin bir beka sorununun olduğuna gerçekten inanmaktadır, fakat kullandığı dilin, ülkenin beka sorununu daha da yakıcı bir hale getireceğinin farkında değildir; ki Gürkan Zengin’e göre durum böyledir.
İkincisi: Ülkenin liderinin beka söylemi sadece bir retorikten ibarettir. (Retoriği burada “belagat” karşılığıyla değil, “içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksun olma” anlamında kullanıyorum.) Yani açıkçası bu ihtimalde ülkenin lideri ülkesinin gerçek bir beka sorunuyla yüzyüze olduğuna inanmamakta, onu siyasi hedefleri doğrultusunda bir araç olarak kullanmaktadır; ki bana göre durum böyledir.
Beka tehdidi yıllarında ve sonrasında Atatürk’ün dili
Gürkan Zengin, bu ikinci ihtimale hiçbir kıymet biçmiyor. Fakat Erdoğan’ın dilinin, beka sorunu yaşayan bir ülke için problemli olduğunu tartıştığı yazısında başvurduğu tarihsel örnek, gerçek bir varlık-yokluk sorunu yaşayan bir ülkenin liderinin öyle bir dili benimseyemeyeceğini göstermek suretiyle kendi tezini zayıflatıyor.
Şimdi yazısına biraz daha yakından bakalım ve neden öyle olduğunu görelim…
Gürkan Zengin, “Cumhurbaşkanı, parti başkanı da olunca” başlıklı yazısına, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, telkinlere aldırmayarak 9 Eylül 1923’te bir parti kurup (Cumhuriyet Halk Fırkası) başına geçmesini anlatarak başlıyor.
Zengin’e göre, nasıl ki Atatürk bu tercihiyle milletin bir kesimiyle arasına ister istemez bir mesafe koymuş oldu, işte şimdi hem cumhurbaşkanı hem parti lideri olarak aynısını Erdoğan da yapıyordu.
Açıklayıcı olsun diye benim yazıya bir teknik direktörü davet etmem gibi o da aynı amaçla Atatürk’ü yazısına davet etmiş ve doğrusu, derdini anlatmak açısından hayli de işlevsel olmuş.
Fakat Atatürk’ün cumhurbaşkanıyken bir de parti kurup başına geçme kararını almasından sonra tutturduğu dille, Kurtuluş Savaşı yıllarında tutturduğu dil arasındaki büyük mesafeye de dikkat etseydi, şimdiki beka ilanlarına dair biraz daha kuşkulu bir bakışı olurdu.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki dili, hatırlayalım, ülkenin iki büyük itilmişi olan dindarları ve Kürtleri mücadelenin içine çekmek için geliştirilmiş bir dayanışma diliydi. O yıllar ülkenin gerçek bir beka sorunuyla yüzyüze olduğu yıllardı. Fakat ne zaman ki o tehlike ortadan kalktı, işte o zaman, ancak o zaman Atütürk milletin bir kısmını küstürmek pahasına bir parti kurdu ve dilini de siyasetini de tamamen başka bir yöne çevirdi.
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında kullandığı birleştirici dil bir tesadüf değildi, zorunluluğun diliydi ve başka bir dil mümkün değildi. Bunun tam tersi yeni bir dile geçişini mümkün kılan şey, ülkenin bekasının tehdit altında olmaktan çıkmasıydı.
Bugüne bağlarsak: Türkiye gerçek bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Devlet Bahçeli’nin ülkenin yarısını dışlayan, iten bir dil tutturmaları eşyanın tabiatına aykırı olurdu, mümkün olmazdı.
Ülkenin yarısının inanmadığı beka tehlikesi olur mu?
Türkiye’nin beka meselesinin olmadığının, ona dair söylemin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunun, daha da açığı Erdoğan ve Bahçeli’nin dillerinden düşürmedikleri şeye gerçekte inanmadıklarını güçlendiren başka göstergeler de var. Bunlardan biri de, nüfusun yarısının ülkenin böyle bir tehditle karşı karşıya olduğuna inanmaması…
Oysa gerçek bir beka tehdidi belki çok küçük bir azınlık dışında ülke nüfusunun tamamına yakını tarafından algılanır. Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye sınırları içinde yaşayanların… İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in saldırısı altındaki ülkelerin halklarının sadece yarısının ülkelerinin bir varlık-yokluk problemiyle karşı karşıya olduğunu düşünmesi mümkün müydü? Tabii ki hayır. Tabii ki o ülke halklarının tamamına yakını ülkelerinin bekasının tehlike altında olduğuna inanıyorlardı, çünkü tehlike gerçekti.
Krallıkların çökmeleri sürecini hatırlayalım… Tek tek krallıklar ulusal devrimler karşısında dağılırken ve çöküş mukadder görülürken kraliyet ailelerini ve kraliyet bürokrasisini oluşturanların sadece yarısının “beka” kaygısını hissettiği, öbür yarısının da “yok böyle bir şey” demiş olduğu öne sürülebilir mi?
Ülkenin yarısının inanmadığı beka tehlikesine alıcı gözüyle bir kez daha bakmak gerekir.
Beka tehlikesi varsayımsal olamaz
“Türkiye’nin beka meselesi” söyleminin politik hedeflerin aracı kılınmış bir retorikten ibaret olduğunun başka bir göstergesi de, onun varsayımsal karakteri… Oysa hakiki bir beka sorunu olgusal karakterdedir.
Türkiye’nin beka sorununun izahını yapanlar, bir dizi tespite ve onlara dayalı varsayımlara dayanıyorlar. Hepsinin birleştiği ortak nokta da şu: Küresel güçler Türkiye’nin güneyinde bir “proje Kürt devleti” kuracak, o devletin Akdeniz’e erişimi sağlanacak, sonra da Türkiye’yi parçalama işine girişilecek.
Beka söylemi olgular üzerine değil de varsayımlar üzerine kuruluyorsa, orada da durmak ve düşünmek gerekir. Tarih, varsayımları doğrulayabileceği gibi yanlışlayabilir de. Dolayısıyla, varsayımlar üzerinden kurulan bir beka sorunu tarifi varsa, bu tarifi yapanların ona gerçekte inanıp inanmadıklarını sorgulamanın en azından haklı bir zemini var demektir.