Sembolik ve sarkastik üslubun ayarını koruyamadığımdan olsa gerek, bir önceki yazımda Platon’a haksızlık ettiğimi iddia eden tepkiler aldım. Mağaradan çıkışın imkânsızlığını bildiği halde bize güneşi vaat ettiği ithamıyla, önce hazrete ve sonra da muhterem sevenlerine karşı hürmetsizlik ettim. Hâlbuki maksadım bu değildi. Bilhassa Bertolucci’ye atıfla ya mağaranın dışındaki konfor daha büyük bir yanılsamaysa; ya mağara daha başka bir mağaraya açılıyorsa diye merak ettim. Şimdi bu sorulara, günümüzün temel meselelerinden olan çoğulculuk açısından cevap arayayım.
Toplumsal huzuru vaat edenlerin iddiaları belirli bir zihniyette kökleşiyor mu? Hemen zülfüyare dokunmamak için, Batıdan hareket edelim. İki büyük dünya savaşının yıkımını tecrübe etmeseydi Avrupa mevcut süreçlere ulaşabilir miydi? Eğer çoğulculuğa imkân sağlayan hukuki düzen, siyasal anlayışta ve (çok daha önemlisi) toplumsal kültürde karşılık bulmasaydı devamlılığını koruyabilir miydi? Siyasi ve ekonomik süreçler değişse dahi Avrupa’nın hızlıca radikal (ör. ırkçı) bir dalganın hâkimiyetine giremeyeceği aşikâr. Bunun sebebi yalnız hukukun işletilmesi veya siyasi alternatifler değil.
Asıl nedeni, toplumsal çeşitliliğin gerekliliğini varoluşsal ve yaşamsal ilke olarak kabul eden zihniyette aramalıyız. Bu zihniyet öncelikle bireyde kökleşiyor ve topluluklarda temsil ediliyor, kültüre ve eğitime yansıyor. Farklılaşan bireysel tercihler, ortak bir zihniyet alanında (paradigma) bir araya geliyor.
Çoğulcu zihniyet, farklılığın kabullenilmesini hem ontik bir meşruiyet hem de etik bir sorumluluk olarak içselleştirmekte.
Asla bir Batı güzellemesi değil maksadım; yükselen aşırı sağın farkındayım veya modern toplumların yüzleştiği çok başka krizlerin; örneğin yeni kutsalların topluma dayatılması gibi. Fakat konu bu değil!
Batılı aydın şunun farkında: demokrasi yalnız bir siyasal düzen olarak teminat altına alınamazdı; yoksa bir Büyük İskender’in çıkması kaçınılmaz olurdu. Dindarların nezdinde bir takiyye, sekülerlerin tavırlarında bir enstrüman olmanın ötesine taşınmalıydı. Farklılığın idraki önce düşüncede temellenmeli ve böylelikle yaşamın farklı alanlarına yansıtılmalıydı.
Toplumsal huzuru esas alan bir ilke, bireylerde kökleşerek kamusal alanlara yansıyabilir. Siyasi atmosferin değişmesi, hemen kültür veya zihniyet dönüşümü anlamına gelmez. Aslında bunu tarihte de tecrübe ettik. 20. yüzyılın başında nasyonal sosyalizm ve faşizm yükselirken sosyalistlerin veya sosyal demokratların durumunu düşünelim. İdeal, tüm toplumsal yıkıma rağmen bireyde korunabilir; bireylerde korunduğu için de yeniden belirli bir toplulukla güven altına alınabilir.
Neticede demokratik çoğulculuk öncelikle bir zihniyet meselesidir. Bu zihniyet, toplumda çok farklı fikri yönelişlerin kendi açılarından (çoğulculuğa) meşruiyet kazandırmalarıyla gelişir. Örneğin Kilise’ye yapılan en büyük eleştirilerden birisi İtalyan faşistleriyle kurduğu ilişki ve Almanya’da soykırım yaşanırkenki sessizliğiydi. Kilise 60’larda İkinci Vatikan Konsili’yle bir zihniyet dönüşümünü ilan etmek durumunda kaldı ve dini çeşitliliğe teolojik bir açıklama getirmeye çalıştı. Tam anlamıyla Katolikler tarafından içselleştirildi mi, elbette bu iddia edilemez. Fakat burada dikkat çekmek istediğim, toplumsal değişimler öncelikle zihniyet değişimlerine taliptirler. Benzer bir durum savaştan sonra tüm kıta Avrupa’sında eğitim müfredatının yeniden şekillenmesinden kimlik politikalarının çeşitlenmesine kadar pek çok alanda gözlemlenebilir.
Şimdi yeniden kendi mağaramıza dönelim.
Eğitim ve kültürde temellenmemiş bir siyasi değişimin toplumsal refahı temin edeceğine olan beklenti çok yüksek. Peki, siyaseti belirleyen kurumların/kişilerin toplumsal farklılıklara olan yaklaşımları bireysel duruşlarından mı kaynaklanıyor, yoksa belirli bir zihniyetten mi doğuyor? Farklı yönelişlerin toplumun parçası olarak kabullenilmesinin meşruiyetini yalnız belli kişiler veya hatta yalnız hukuk sağlayabilir mi?
Hâlbuki genellikle kimlikler ötekiyle kendini ayrıştırma üzerinden inşa olunuyor. Örneğin muhafazakâr, laik, siyasetin dışındaki kimlikler veya kimliksizlikler. Kendilerini belirlemekten çok ötekini tanımlayarak kendi parametrelerini oluşturmaktalar.
Bu nedenle daima bir öteki korkusuyla hareket edilmek zorunda. Kendileri gibi olmayanlar güç elde ederlerse ne olacağının akıbetinden endişe ediliyor. Aslında bu temelde kendine olan güvensizlikten kaynaklanıyor; çünkü o da güce kavuşması durumunda ötekine ne kadar imkân sağlayacağı konusunda mütereddit.
Her nasıl kendini tanımlıyorsa bir birey, yaşadığı toplumda “ötekinin” yaşam alanının meşruiyetine kendi değerleri ekseninde bir anlam veremiyorsa, toplumsal çeşitliliğin içselleştirildiğinden bahsedemeyiz. Bir ahlaki tavır olarak farklılığa saygıyı da yeterli görmüyorum, çünkü bu da bir tür kendini koruma konformizminden doğuyor olabilir ve şartlar değiştiğinde ahlakiliğin içeriği de değişebilir. Bireyde ahlakta veya toplumda siyasette yansıyabilmesi için bir şeyin öncelikle düşüncede ve inançta temellenmesi gerekir.
Fakat Türkiye’deki (dini/seküler) belirli tercihlerden hareketle oluşan topluluklar, bırakalım farklılıkları kendi çevrelerinde dahi çeşitliliği pek hazmedemiyorlar. Bu nedenle dini tartışmalar daha çok dinsizliğe değil, dinin kendi iç ihtilaflarına yoğunlaşıyor. Türkiye’de solun farklı olduğu söylenebilir mi? Birçoğu kendi kimliğini ötekinin boşluğu üzerinden tanımlıyor ve tabii ötekinin kendisi gibi olması için uğraşıyor.
Demek ki Türkiye’de daha çok aidiyetsiz bireyler ve birbirlerini ötekileştiren topluluklar mevcut.
Peki ya toplumsal çeşitliliğin meşruiyet bulduğu zihniyet(ler) nasıl gelişecek?
Bu sorunun cevabına imkân sağlayacak bir ışığı göremediğimden, mağaranın dışına koşanların acele etmemeleri gerektiğini söyledim. Tarihte aheste yürümeyi tercih ediyorum.
Zihniyet değişimi olmadan gerçekten köklü meselelere çözüm bulabileceğinize inanıyorsanız, bir sonraki mağarada görüşmek üzere.