Demek ‘sandık kurullarının teşkilinde usulsüzlük’ tespit ettiniz ve İstanbul seçimini bu sebeple iptal ettiniz. Yani kazanana-kaybedene bakarak aldığınız bir karar değil, öyle mi? Peki tespit ettiğiniz bu ‘usulsüzlük’, kanunda yazdığı gibi ‘neticeye müessir’ miydi? Bir başka deyişle, kazananla kaybeden arasındaki farkı kapatacak bir oy tablosunun ortaya çıktığını mı tespit ettiniz?
Hayır, öyle bir tespit yok.
Peki ‘teşkili usulsüz olmuş’ dediğiniz sandık kurullarının sorumluluğundaki bu sandıklardan çıkan oylarda Ekrem İmamoğlu önde mi çıkmış?
Hayır, bilâkis Binali Yıldırım önde çıkmış.
‘Sandık kurullarının teşkilinde usulsüzlük’ lâfına bakanlar , buralara ipsiz sapsız adamların, şu ya da bu partinin militanlarının doldurulduğunu falan zannedebilir. Oysa öyle bir durum yok. Yeterli sayıda devlet memuru bulunamadığı için bazı özel bankaların ve başka kurumların personeliyle yapılmış bir takviyeden bahsediyoruz.
Peki bu insanların, oraya kurullardaki boşlukların doldurulması için, yani takviye amacıyla çağrıldığından kimsenin, bu arada ilçe seçim kurullarının haberi mi olmamış? Hayır, bilâkis ilçe seçim kurullarının daveti ve onayıyla oraya gelmişler. Yani AK Parti ve MHP de dahil bütün partilerin bu kararda ve süreçte onayı var.
Peki bu insanlara ihtiyaç ilk defa bu seçimde mi ortaya çıkmış? Yani daha önce böyle bir ihtiyaç hâli olmamış, böyle bir uygulamaya hiç gidilmemiş mi?
Gidilmiş.
24 Haziran’daki genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçiminde de başka seçimlerde de aynı ihtiyaca binaen bu insanlar, hatta aynı insanlar göreve çağrılmış. O zaman da süreç aynı şekilde işlemiş, parti temsilcilerinin ‘olur’u alınmış, ilçe seçim kurulları bunu onaylamış. Hiçbir itiraz söz konusu olmamış.
Hal böyleyken, İstanbul seçimlerinin iptal edilmesine ‘hukukî bir karar’ diye bakmak mümkün mü? Ziya Paşa’nın sözleriyle, “sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?”
Hadi, kanunî ‘şekil şartı’ mevcut diye bakalım; bu tablo karşısında bu kararın bir meşruiyeti var mı? Peki, sandık aynı, kurul aynı, dahası ve en önemlisi bütün pusulaların içine konulduğu zarf aynıyken, ‘usulsüzlük’ nasıl oluyor da yalnızca bunlardan birine taallûk ediyor? Aynı sandıktan çıkan öteki seçilmişler bu durumdan nasıl oluyor da etkilenmiyor? Seçimi sadece Büyükşehir Belediye Başkanı için yapma kararı almanızın mantığı var mı?
Bu soruya verilen cevap şu : “Efendim, Yüksek Seçim Kurulu’na yapılan itiraz o şekilde yani o taleple yapılmadı, sadece Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yapıldı, biz sadece önümüze gelen talebe bakarak değerlendirme yaparız. Kanun böyle.”
Yani akla mantığa uygun olmasa da ‘usûle ve kanuna’ uygun!…
Adam hakkında idam kararı verip asıyorsunuz, sonra dönüp efendim üzülmeyin, sizi esastan değil, usulden astık diyorsunuz. E peki, bu böyle büyük bir suç idiyse, bu suçun işlendiği öteki zamanlarda neden kimse asılmadı?
El cevap : “O zaman bir başvuru olmamıştı”
Kanun böyle!…
Bakın Fenton Geoffrey isimli İngiliz yazar kanun için ne demiş: “ Kanun kılıca benzer; keskin tarafı güçsüzün göğsünde, sapı ise güçlünün elindedir.”
AK Parti Nereye?
Hani derler ya, yaşayan neler görüyor neler…
‘AK Parti’nin daha kuruluşundan itibaren ne büyük haksızlıklara ne ağır mağduriyetlere mâruz kaldığını bilen biliyor. Bizzat kurucusu ve lideri Erdoğan’ın, büyükşehir belediye başkanlığı zamanlarından başlayarak nasıl bel altı vuruşlara mâruz kaldığını da hatırlıyoruz. Bu parti ve lideri, askerin 27 Nisan bildirisinden Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararına; Fethullahçı çetenin 17-25 Aralık hamlesinden Amerika destekli 15 Temmuz darbesine kadar bütün bâdireleri iki sarsılmaz sütuna dayanarak aşmıştı: Halk iradesi ve ahlâki üstünlük. Bu iki temel sütunun zemininde de ‘meşruiyet’ vardı.
Halk bu ‘duruş’un arkasında yer almış, bu partiyi karşı karşıya kaldığı bütün dar geçitlerden çıkartmıştır.
Velhasıl, AK Parti dün ceberrut güç sahiplerinin kılıcının keskin ucunu göğsünde, etinde, teninde hissederek siyaset yapıyordu. Bugün o kılıcı elinde tutuyor. Meşruiyet zemininden bu kadar kolayca ayrılıp, kanunların şekil şartına sarılarak yol almaya çalışması köprülerin altından ne çok suyun aktığını göstermiyor mu?
AK Parti’nin bugünkü halinin savunuculuğunu yapan bir akademisyen şöyle yazıyor : “Ne yani, 19 bin 623 sandık başkan ve üyelerinin açıkça kanuna aykırı olarak ve organize bir usulsüzlükle, kamu görevlilerinden teşkil edilmemesine göz mü yumulmalıydı? ”
Göz yumulmasın tabii. Ama ‘seçimi sen kazandığında yumulsun, ben kazandığımda yumulmasın’ olmaz.
31 Mart’ta YSK açıklamasıyla seçimi Ekrem İmamoğlu’nun kazandığının ortaya çıkmasından sonra olanları bir hatırlayalım.
39 ilçenin tamamındaki geçersiz oylar yeniden saydırıldı, altı ilçedeki geçerli geçersiz bütün oyları yeniden saydırıldı. Yetmedi, sondaj usulüyle İstanbul genelinden 57 sandık seçilip yeniden saydırıldı.
İstenilen sonuç çıkmayınca, ‘KHK’lıların oy kullanmış olması’ üzerinden bir tartışma başlatıldı. Sonuç alınamayınca, ‘acaba ‘kısıtlı’lardan bir sonuç çıkar mı diye o veriler ortaya döküldü. Sonuç değişmedi.
Nihayet, imdada ‘sandık kurullarının teşkili’ meselesi yetişti. O argümanın durumunu da yukarıda yazdık.
Daha seçim gecesi girilen yanlış yol
Şimdi, bu canhıraş uğraşın İstanbul seçmeninin oy hakkını savunmak için verildiğine insanları nasıl inandıracaksınız? İnandıramazsınız, zira insanlar daha seçim gecesi tablo netleşmeye başlayınca sergilenen o garâbet tablolalarını gördü. Binali Bey’in, Ekrem Bey’in oylarının gerisine düşmeye başladığı anlaşılır anlaşılmaz Anadolu Ajansı’na veri akışı kesildi.
Neden kesildi, kimin talimatıyla kesildi?
O gece başka neler gördük?
Daha oy sayımı devam ederken, -ve de gidişat İmamoğlu’nun lehine dönerken- Binali Bey’in sanki sandıktan çıkan değil de ilk açıklamayı yapan seçimi kazanacakmış gibi, ‘ben kazandım’ diye kendini ortaya atışını (veya atılışını) gördük.
Sonrasındaki günlerde neler yaşandığını da yukarıda anlattık.
AK Parti, seçim gecesi girdiği o nâhoş yolda YSK’dan o zorlama karar çıkana kadar da kaldı.
‘Mustakîm’ hâkimler nerede?
Ahmet Cevdet Paşa, Tanzimat devrinin belki de en büyük âlimiydi. Osmanlı- Türk tarihinin en önemli hukuk metinlerinden olan Mecelle onun eseriydi. O metinde hâkimin vasıfları şöyle târif edilmişti: "Hâkim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır."
O vasıflardan bugün geriye ne kaldığını, önce 2007 yılında Anayasa Mahkemesi üyelerinin verdiği “367 kararıyla”; sonra da Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçimlerini iptal kararıyla görmüş olduk.
367 garâbetinde asıl rolü oynayan askerlerdi.
Peki bugün?
‘Hukukun araçsallaştırılması’ denilen sorunun sadece asker kaynaklı olmadığı da birkez daha ortaya çıktı. Abdullah Gül, “yazık, bir arpa boyu yol alamamışız” derken haksız mı?
Bu kararlara imza atan hâkimler inşaallah hâtıralarını yazarlar. Yazarlarsa, bizler de bu memlekette hukukun ve demokrasinin hangi ellerle iğdiş edildiğini öğreniriz. Kim bilir, belki de bu ifşaatlar mahkeme-i kübrâda bu dünyada işledikleri günahların kefâreti bile olur.