Ana SayfaYazarlarMaria’nın dikenli tâcı

Maria’nın dikenli tâcı

 

Adultorum nostrum in nomine domini.

Qui testi caelum et terram.

(Bizim efendimiz adına yetişkinler/ Göklere ve yere şahit olanlar)

 

 

Filmekimi 2014’te yılın ilginç yapımlarından 'Çile' filmi (Kreuzweg) gösterilmişti. Vasat filmler arasında dolaşırken salonlardan birinde parıldayan namı diğer ‘Stations of the Cross’. Dini aşırılıkların daha ziyade Müslümanlar üzerinden okunduğu dünyada köktenci bir Katolik yapının işlenmesi, din adamlarını genelde yüksekte tutan Avrupa sinemasında bu sefer radikal bir eleştiri getirilmesi sersemletici.

 

Bedeni modern dünyanın gündelik hayatı içinde gezinirken kalbi ve ruhu tamamen İsa’ya adanmış olan 14 yaşındaki Maria’nın hikayesi. Yönetmen Dietrich Brüggemann’ın kız kardeşi Anna ile birlikte kaleme aldığı senaryoda mesele hiçbir dolayıma, imalar içine gizlemeye gerek görülmeden en yalın biçimde anlatılmış.

 

Küçük yaşlardan itibaren Katolik eğitimden geçen Maria’nın kalbi İsa peygamberin sevgisiyle doludur ve bir gün aziz olmayı kafasına koyar. Beş yaşlarına geldiği halde konuşamayan kardeşine ettiği duaların kabulü için önemli bir şey feda etmesi gerektiğine inanmaktadır. Bilincine tam varamadan çıktığı feda yolunda yaşadığı dini ve dünyevi çelişkiler, İsa’nın çektiği çileleri çekerek onun akıbetine doğru kararlılıkla yol alma isteğini berraklaştırır.

 

Sıkı bir Katolik düşünceye göre yetiştirilen Maria dünya ve ahiret, dindarlık ve arzu arasında dengeler kurabilecek yaşta değil, kendinden kolayca vazgeçebileceği bir çağda. Kendi toplumsal kimliğini çocuklarını dindar bireyler olarak yetiştirmedeki başarısı üzerinden kurmaya yönelmiş olan annesinin gözü iyice kararmıştır. Maria’yı saran ölüm duygusunu hissetmesi bile onu küçücük hatalarındaki yıkıcı eleştirilerden alıkoymaz.

 

Maria film boyunca tıpkı Hz. İsa’nın çarmıha giden yoldaki 14 durağından, şimdiki zaman metaforları içinde geçip giderek Golgotha’ya tırmanıyor ve haz ve keyif çağına inat, ölü nefsinin çarmıhını taşıyor neredeyse. Genç Alman yönetmen huzur ve inancı bir arada zikreden klasik din yaklaşımlı hikayelerin tersine dindarlıkla ilgili tabuları yıkmaya çalışmış. Fakat zaten kiliselerin boş kaldığı, cazibe merkezi olabilsinler diye caz ve rock konserlerine bile yer açıldığı günümüzde sadece içgüdülerinin peşinden koşan ve “eat the world up” düşüncesiyle kavrulan gençliğe de bir göndermede bulunsaydı keşke. Aydınlanmış modern insanın istediği her şeyi hiçbir değere bağlı kalmadan sınırsızca yaşama arzusunun karşısına bağnaz ölümcül bir din anlayışı konmuş.  

 

Açılış sahnesinde 13-14 yaşlarındaki arkadaşlarıyla birlikte kilisenin yeni akıl baliğ olmuş gençlere yönelik “kuvvetlendirme” derslerine katılan Maria, idealist papazdan nice şeyler öğrenir. Tanrı şeytanla mücadele ederken yalnız bırakılmamalıdır, artık büyüdüklerinden kendi ruhlarından ve komşularından sorumludurlar. Sürekli teyakkuzda yaşamaları, etraf İsa’nın düşmanlarıyla doluyken savaşa hazır olmaları gerekir. Tıpkı itfaiyecinin arandığında şimdi uyuyorum sonra arayın diyemeyeceği gibi hazırolda bir ruh hali. Papanın ve Vatikan’ın bile iki bin yıllık geleneğe sırt çevirerek dünyevileştiği zamanda artık düşman, kilisenin duvarlarını yıkıp içerden fısıldamaya başlamıştır.

 

Uykudan, yemekten, elbiseden, müzikten, keyiften, fedakârlık etmezlerse ne yüzle aziz Meryem’e dua edecekler? Başkalarının ruhunu da kurtarmakla mükellef olan bir savaşçı, kralı ve ailesi için savaşmalıdır ki, kral Hz. İsa, aile vatandır.  

 

Maria da arkadaşları gibi kendisine mutluluk ve keyif veren şeylerin listesini yapar ve papaza bunların hangisinden feragat edebileceğini ilk derste açıklar. Diğerleri gibi yemekten, uykudan ve birçok şeyden vazgeçebilecektir ama yalnız kaldıklarında öğretmenine İsa için hayatını da verebileceğini söyler bütün içtenliğiyle.

 

Aslında Maria öldürücü darbeyi yönetmenin “Veronica İsa’nın yüzünü siler” adını verdiği altıncı bölümde alır. Burada okuldan bir erkek çocuk onu devam ettiği kilisenin gençlik korosuna çağırır. Bunun için dürüstçe ailesinden izin istemekle hata yapmışçasına didiklenir duyguları. Maksadı koroya katılmaktan çok bu öğrenciyi görmek olabilir. Kilisede günah çıkardığı papazın bitmez tükenmez sorularına, annesinin ithamları boca olur eve gidince, öyle ki, ‘iffetsiz duyguların yeşerme ihtimali’ bile Maria’nın İsa’ya olan sadakatine büyük darbeler indirecek bir cürüm olarak onu hercümerç eder. Günahsız bir yaşamın mümkün olmadığı düşüncesi iyiden iyiye güçlenir.

 

Aslında filmde sahne sahne Maria’nın gerçeklik duygusunu yitirip radikalleşmesine, suçluluk duygusuyla baş edemeyip çözüm olarak yaşamından vazgeçişine tanık oluyoruz. Bu kadar sarsıcı olmasa da kimi Kur’an kurslarında da gazeteleri, dergileri, din dışı bütün kitapları ve görüşmeleri yasaklayan bir zihniyetin, gençleri yaşadıkları dünyadan nasıl kopardığına şahitlik edilmiştir.   

 

Annenin Maria’nın ölümünden bile hüzünlü bir övünç, bir feda ve kahramanlık üretme, bundan kendine pay çıkarma tavrı, yaşarken fark edemediği uzaktan görülebilen hastalıklı tabloyu gözler önüne serer. Geride kalanların bu yaşananları nasıl okuduğu ve algıladığı da yönetmenin altını dikkatle çizdiği bir husus.

 

Filmin konusu kadar anlatma biçimi de etkileyici. Her bölüm tek planda çekilmiş ve hareketsiz kamera sayesinde seyirci olarak, bu sade yalın ve bir o kadar da şiddet yüklü tecrübeye doğrudan dahil olmak kolaylaşıyor. Maria’nın yemek yemeyi reddederek çıktığı cennet yolunda, film baştan sona pastel ve pastoral bir ortamda çekilmiş. Renklerini kaybetmiş çürümeye yüz tutmuş bir dünyayı imlemek üzere.

 

Hiçbir dini tecrübe aşırılıklardan münezzeh değil, küçük bir kızın ruhunu duygularını bu kadar parçalamak mercek altına almak ve denetlemek hiçbir inanç müntesibine yabancı olmasa gerek. Burada Maria’nın vazgeçmeyen, bir an bile tökezlemeyen İsa aşkı da önemli, baskılar bunu güçlendiriyor sadece.  

 

Hareketsiz kamera belki de yaşamın yaşamaya değmeyecek kadar durağan, sabit ve ölüme dönük oluşunun iması, göstergesi. Dünyevi ve dini olanın acımasızca çarpıştırılması çok sarsıcı. İnayet ve iyilik için olan inancın bile, orta yoldan sapıp uç noktalara taşınması halinde Maria’yı alıp götürmesi karşısında, seyircinin de bir an için onunla ölüme gitmesi. Bu da sinemanın büyüsü işte.

 

- Advertisment -