Ana SayfaYazarlarMarksizm ve ahlâk (8) Kimlik inşası (yarı-otobiyografik notlar)

Marksizm ve ahlâk (8) Kimlik inşası (yarı-otobiyografik notlar)

10-11 Kasım 2018] Peki öyleyse, nedir Marksizmin veya Marksistlerin “Komünizm mücadelesi”ni temel alan proleter ahlâkı?  Lenin’in formülünün satıhtaki ve sonra biraz daha eşelendiğindeki anlamları nelerdir?

 

İlk bakışta nisbeten iyi, normal, ya da en azından kabul edilebilir boyutları kapsar. Çıkış noktasında, güçsüzden yana, ezilenden yana, aşağı ve yoksul sınıflardan yana olmayı; madalyonun diğer yüzünde ise, kapitalizmin getirdiği sefalete, haksızlığa, eşitsizliğe, yalana ve zulme karşı olmayı içerir. İkinci kertede, tek tek bireyleri aşan bir ülkü olarak sosyalizm dâvâsı bir örgütlenme, topluca davranma ve kollektif direnme çağrısıdır. Bu aşamada tâc ve taht sahiplerine meydan okuma; sansüre rağmen düşüncelerini söylemek ve yazmaktan geri durmama, polisi ve mahkemeleriyle devlete boyun eğmeme; birlik içinde dayanma, fedakârlık ve çok zor koşulların üstesinden gelme gibi değerler ağırlık kazanır.   

 

Hâlâ ve çok kuvvetle bir isyan duygusudur; Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i veya Fransa’da İç Savaş gibi güncel tarih yazımlarında gözlemlediği her şeydir. Ama ilâveten, mağduriyet kökenli bir aidiyet de kuvvetle gelişmektedir.  Kendilerinin doğrudan katıldığı büyük bir dalga, bir kitle hareketi yoksa, çoğu solcu bunu aileden erken yaşta edinir. Hemingway, sanırım Paris: A Moveable Feast’te (Türkçesi Paris Bir Şenliktir), 1920’lerde ilk karısıyla yaşadığı yoksul mahallelerin işçilerinden (gene hatırımda kaldığı kadarıyla) “Komünarların [= 1871’de Ulusal Muhafizların kurşuna dizdiği ve kılıçtan geçirdiklerinin] çocukları olduğundan, siyasette nerede duracaklarının öğretilmesi gerekmiyordu” diye söz eder.

 

They did not need to be taught their politics. Ben de çok küçükken yaşadım bu sosyalleşmeyi.  Beş yaşımdaydım; bir gün (erken başladığım) ilkokuldan eve geldim ve annemi ütü yaparken ağlar buldum. “Babanı götürdüler” dedi. 1951-52 tevkifatıymış meğer. Ondan sonra hayatım epey bir süre polis kavramıyla, mahkeme devam ederken İzmir-İstanbul arasında gidip gelmelerle, cezaevi ziyaretleriyle (Konak, Harbiye, Sultanahmet — şimdi yok hiçbiri), hattâ bir seferinde içeri kabul edilip bütün bir gün koğuşta kalmakla geçti. Soğuk Savaş yıllarıydı; 141-142. maddelerin gölgesinde, solun her türü toptan yasaktı. 1950’lerin Demokrat Parti döneminde, azınlığın azınlığı bir kimlik edindim; ailemden ve babamın “eski tüfekçi” yoldaşlarından ibaret, çok küçük bir çevreyle özdeşleştim; onların acıları ve sevinçlerini kuşandım; genellikle iyimser, açık ve dışa dönük tabiatıma son derece aykırı olduğu halde, içime kapanmayı, olmadık yerlerde olmadık şeyler konuşmamayı, hele okulda ağzımdan hiçbir şey kaçırmamayı, duygu ve düşüncelerimi belli etmemeyi öğrendim.

 

Hayatı ve toplumu ikiye böldüm, ilericiler ve gericiler diye. Hep biz haklıydık, dürüsttük, doğruyduk, insanlık için iyi şeyler istiyorduk. Hep onlar haksızdı, alçaktı, namussuzdu. Bir mazlumlar ve mağdurlar enternasyonaline intisap ettim. Azınlık ve marjinalliğimin telâfisi oldu. Yalnız değildim, çünkü her yerde vardık. Sanat ve edebiyat üzerinden, solun kollektif hafızasını olduğu gibi benimsedim; bütün epik ve tragedyalarını okudum, bütün zafer ve yenilgilerinin içinde yaşadım. 1961-64 yıllarında lisede, Robert’teyken, hafta sonları aile dostlarımız Mekin amca ile (resmen velim olan) Evinç teyzenin evine çıkardım. İkisi de hayatta değil artık. 1940’ların ikinci yarısındaki Nâzım Hikmet’i kurtarma kampanyasının bütün dergilerini saklamışlardı. Oradan ince ince defterlerime kopyalardım, Nâzım’ın bulabildiğim bütün şiirlerini; gizlice okula götürür, dolabımda saklar, geceleri bazen etüde (late study) kalkıyorum diye, ki hiç ihtiyacım yoktu, ders kitaplarımın içine yerleştirip tekrar tekrar okurdum. (En tepede, başlık resmi niyetine, o defterlerden birinin kapağını, birinin içinden bir sayfayı, bir de 1950 yılından bir kampanya afişini bulacaksınız.)

 

Tam aradığım realiteydi:“O duvar, / o duvar, / o duvarın dibinde /  bizimkiler kurşunlanıyorlar.” İspanya İç Savaşı’nda Franco’ya karşı savaşan Cumhuriyetçiler: “Aramızda denizler, dağlar, / benim kahrolası aczim / ve “Ademi Müdahale Komitesi” var. / (…) Halbuki biliyorum, / bu soğuk karlı havalarda / iki çıplak çocuk gibi üşümektedir /  Madrid kapısını bekleyen ıslak ayakların.” Mussolini, İtalyan Faşizmi ve Habeşistan saldırısı: Taranta-Babu’ya Mektuplar. 1946-49’un bir yanda Çin ve diğer yanda Yunanistan iç savaşları:  “Yarısı buradaysa kalbimin / yarısı Çin’dedir, doktor. Sarınehre doğru akan / ordunun içindedir. / Sonra, her şafak vakti, doktor, / her şafak vakti kalbim / Yunanistan’da kurşuna diziliyor….” Sırf Nâzım da değildi tabii — Nazizm ve Bertolt Brecht (şiirler, Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi, Carrar Ananın Silâhları); Picasso, Guernica; Neruda, Espana en el corazon [Yürekteki İspanya]; Vallejo, Espana, aparta de mi este caliz [İspanya, bu kâseyi al benden]; Hemingway, For Whom the Bell Tolls [Çanlar Kimin İçin Çalıyor]; Steinbeck, The Moon is Down [Ay Battı]; Ignazio Silone, Fontamara; Nazi işgali ve Fransız Mukavemeti: Eluard ve Aragon’un şiirleri, Joseph Kessel’den Gölgeler Ordusu… Peki, Sovyetler Birliği neresindeydi “iyi” ile “kötü”nün boy ölçüştüğü bu muazzam, alabildiğine Maniheist 20. yüzyıl dramının? Kestirmeden söylersek, Hitler’i durduranlardı, 1941 sonlarının Moskova savunmasında, 1941-1944 arasının Leningrad kuşatmasında ve 1942-43 kışının Stalingrad zaferinde.  Büyük Vatan Savunması Savaşı (Velikaya Otechestvennaya voyna): buydu, insanlığa paha biçilmez katkıları. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın Dördüncü Kitap’ının son 35-40 sayfasında da yaşıyorlardı: bir taşra hapishanesinde Moskova Radyosunu dinleyen Halil (= Nâzım Hikmet), Ressam Ali ve Bethoven Hasan; Nazilerin kurşuna dizdiği Fransız direnişçisi, Komünist matbaacı Gabriel Peri; 22 Haziran 1941 (Barbarossa Harekâtı) karşısında sıradan Sovyet askeri İvan; partizan kızı Zoe/Tanya; Moskova önlerinde, Panfilov Tümeni’nin Volokolamsk Şosesinde savaşan ve ölen kahramanları… Ki bu da son tahlilde, (Stalin dahil) sosyalizmin genel mağduriyetine eklemleniyor, dolayısıyla tarihsel haklılığına (haklılığıma, haklılığımıza) büsbütün güç kazandırıyordu.

 

Devrimci romantizm dolup taşıyordum. 1960’lar, 70’ler ve 80’lerde, bilmiyorum bırakmış mıyımdır, ya da kaç tane bırakmışımdır, okunmadık toplama kampı öyküsü, İkinci Dünya Savaşı romanı, ya da Kore, Cezayir, Vietnam anlatısı? Hepsi çok güzeldi — ama yarısıydı (yarısıymış) hikâyenin. Bir bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi feryadıydı, muhalefetteki sosyalizm. Kimin için? Herkes için mi? Yoksa sadece kendisi için, kendine ahlâk ve kendine demokrasi mi? Bir, modern Türk ulus-devletinin başka mağdurlarına yer var mıydı bu öyküde (Müslümanlar gibi)?

 

İki, sosyalizm iktidara geldiğinde ne oluyor, neye dönüşüyordu? (a) Türkiye’de 1925-27’nin İstiklâl Mahkemelerini, Sovyetlerde 1936-38’in Moskova Duruşmaları izlemiş; Stalin hemen bütün eski yoldaşlarını NKVD işkencehanelerinden geçirtip Başsavcı Vişinsky’ye teslim etmişti. (b) Gene Türkiye’de, 1949’da Nâzım’ı kurtarma kampanyası yaşanırken, Macaristan’da yeni Komünist rejimim iki numarası Laszlo Rajk, bir numaradaki Matyas Rakosi tarafından tasfiye ediliyor, inanılmaz işkence görüyor, akla gelebilecek bütün dış düşmanların ajanı olduğu itiraf ettiriliyor ve alelacele idama yollanıyordu. (c) Son olarak, Türkiye’de 1951-52 TKP tevkifatı sürerken, tamı tamına aynı sıralarda, ama bu sefer Çekoslovakya’da rejimin bir numarası Klement Gottwald, iki numaradaki eski arkadaşı Rudolf Slansky’ye çullanıyor, tutuklatıyor, keza felâket işkencelere maruz bıraktırıyor, ezberletilmiş bir sözümona itirafla mahkûm ettirip astırtıyordu Pankrac hapishanesinde. Stalin ve Sovyet gizli servisleri, istihbarat ve sorgu uzmanları vardı, Rakosi’nin de, Gottwald’ın da arkasında.

 

Üç. Haberimiz var mıydı bütün bunlardan? Vardıysa da, resmî ideolojinin esiri miydik; Sovyet (ve Çek ve Macar) makamlarının “karşı-devrimci”lerin ezilmesine dair açıklamalarını kabulleniyor muyduk — kabullenmiş miydik, olduğu gibi? Öyleyse bu da bizi, Türkiye ölçeğinde ve dar anlamda muhalefette, ezilen konumunda olduğumuz halde, dünya ölçeğinde ve daha geniş bir anlamda iktidarın — Sovyet iktidarının, Çin iktidarının, Macar ve Çek iktidarlarının, Arnavutluk iktidarının paydaşı ve suç ortağı kılmıyor muydu? Rosenbergler Ölmemeli’ydi, evet. Yüzde yüz masum olmasalar da, Soğuk Savaşın başlangıç yıllarına, İkinci Kızıl Panik (the Second Red Scare) dalgasına ve McCarthyciliğe kurban gittiler. Peki, Buharin, Troçki, Zinovyev, Kamenev, Radek, Rykov, Pyatakov ve diğerleri neyin kurbanıydı? Özellikle Türkiye’de, faraza Buharin Ölmemeli diye bir piyes yazan oldu mu şimdiye kadar? (Birileri Troçki Ölmemeli/ydi diye iki cümle kaleme alacak olsa, Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat’tan İsmail Bilen ve Zeki Baştimar’a kadar tüm TKP hiyerarşisi, kimbilir neler yapardı!) Annem, hapishane kapılarında babamın yolunu bekledi. Sovyetlerde de şair Anna Akhmatova, kocası ve oğlunu aradı çok daha uzun yıllar, Lubyanka kuyruklarında. Neden ikincisini bilemedim, tanıyamadım? Çok uzun süre, içime ve yüreğime dokunmadı?

 

Çünkü mutlak değil göreli bir ahlâk inşa etmiştim. Beni ve benim gibi bütün solcuları kuvvetle bağlıyordu. Tersten söylersek; sorgulamak, nasıl oluştuğu ve pekiştiğini kendimden hareketle anlatmaya çalıştığım o çok güçlü mağduriyet kimliği ve aidiyetinin dışına çıkıp başka bir ahlâk bulmayı gerektiriyordu.

- Advertisment -