Ana SayfaYazarlarMayakovsky ve Atatürk

Mayakovsky ve Atatürk

[10 Kasım 2015] Birinci soru. Politika neler empoze eder insana? Hele devrimci politika. Bir dâvâya topyekûn inanmak. Kendini tümüyle adamak. Herşeyini vermek, nefsinin suyunu çıkarırcasına. Fakat nereye kadar? Bir de uğrunda savaşılan ülkü yanlışlanırsa, çekilen onca acı tam bir trajediye dönüşür.

 

Yesenin, Mayakovsky, Nâzım

 

17 Ekim 2012’de eski Taraf’ta da yazmışım; “Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden, / büyük kavgada / açık ve endişesiz / girdim safa” diyor Nâzım. Başka solcu şairlerde de var; sık sık, en küçük bir şüphe duymadıklarını vurguluyor; (Eluard veya Neruda gibi), kendilerini sorgulayan arkadaşlarına (à mes amis exigeants) komünist olmalarını açıklamak ve savunmak ihtiyacını duyuyorlar. Acaba neden? Hamlet’te Kraliçe Gertrude, “piyes içindeki piyes”teki kraliçenin (yani aslında kendisinin) âşıkına (yani eski kocasını öldüren şimdiki kocası Claudius’a) ilk başta direnip naz yapması üzerine, “bana kalırsa hanımefendi fazla itiraz nümayişinde” (Methinks the lady doth protest too much) diye bir cümle sarfeder. Orada ve dünyanın her yerinde, tarihin her aşamasında, hayır, asla olmaz diye çok yüksek sesle bağıranların, saklayıp bastırmaya çalıştıkları şeyler olduğunu düşündürür. Bana kalırsa, Nâzım’ın da aslında kafası “nida ve sual işaretleri”yle dolu olduğu için, karanlıkta ıslık çalarcasına bu kadar üstten konuşmaktadır. Sovyetler Birliği’nde geçen son yıllarında kahramanlık bravado’su bitecek; bütün kâbus ve hayaletler geri gelecek; kâh yalnızlık, kâh hayatının boşa gitmediğini sürekli doğrulama-doğrulatma çabası, en çok da ölüm korkusu biçiminde, satırlarında ve satır aralarında gezinecektir.

 

Aynı şeyi Mayakovsky’de de görüyoruz. İsveçli edebiyat tarihçisi Bengt Jangfeldt’in büyük Mayakovsky biyografisi İngilizceye de çevrilmiş; New York Review of Books’ta (24 Eylül – 7 Ekim 2015; cilt LXII, sayı 14) Michael Scammell’ın uzun ve çok övücü tahlilini geçtiğimiz haftalarda okudum ve tekrar okudum ve tekrar okudum (The Bad Boy of Russian Poetry [Rus Şiirinin Kötü Çocuğu], 86-90). Kitap da derin anlaşılan. Jangfeldt’ten hareketle Scammell inanılmaz canlı bir portresini çiziyor, 20. yüzyıl başındaki Rusya’nın, Pasternak, Akhmatova ve Tsvetaeva’ları bile kendine hayran bırakan bu en büyük lirik dehasının; daha ilk kitabında kendini “pantalonlarına sığmayan bir bulut” diye betimleyen ve 1.88 boyu, ağır siklet boksörünü andıran gövdesi , gök gürültüsünü andıran bas sesiyle hakikaten karşı durulmaz bir doğa gücü gibi çıkagelip, yolunun üzerindeki her güzel kadına âşık olan,  kumarda parasını son kuruşuna kadar kaybeden, sonra da kendini İsa gibi resmettiği uzun İnsan şiirinin balyoz gibi inen yumruklarıyla, pardon mısralarıyla, matinelerdeki dinleyicilerini serseme çeviren bu çılgın delikanlının.

 

Derken bir an geliyor; 1917’de askere alınmak yerine Petrograd’da desinatör olarak çalışmakta olan Mayakovsky, olanca içgüdüsel isyancılığı ve bütün sınırları kırıp geçme arzusuyla aradığı herşeyi, gözlerinin önünde patlak veren Ekim Devrimi’nde  buluyor (bulduğuna inanıyor). Parti ve hükümet gözetimindeki yazarlar birliğine katılıyor; iki yılını sırf ROSTA (Rus Telgraf Ajansı) için poster çizmek ve propaganda metinleri yazmakla geçiriyor. Siyasî şiirler, çocuk şiirleri, hattâ yeni kooperatifler için reklam manzumeleri bile kaleme alıyor. Scammell’ın ifadesiyle, “hemen sırf irade gücü sayesinde” kendini Devrimin şair-i âzâmı konumuna yükseltiyor. Bolşevikler için sayısız övgü döşeniyor. Öte yandan, İç Savaşta Kızılların zaferi ve Beyazların yenilgisini kutlamak için yazdığı 150,000,000 (= o sıradaki Sovyet nüfusu) Lenin tarafından “zırvalık, aptallık, çifte aptallık ve gösterişçi kendini bilmezlik” diye yerden yere vuruluyor; hattâ Lenin, eserin basılmasına izin veren Aydınlanma Halk Komiseri (ve Mayakovsky’nin arkadaşı) Lunaçarski’nin mecazi anlamda da olsa “kırbaçlanması gerektiğini” söylemeye kadar varıyor.

 

Mayakovsky başka ürünleriyle durumu toparlayıp resmî konumunu başarıyor gerçi. Ama Lenin’in hastalandığı 1922 ve öldüğü 1924’ten sonra bu sefer Stalin’in gözüne girmek, herhalde ciddi bir bedel ödetiyor insana. Giderek, bizzat kendi deyimiyle bir “günlük gazete şairi” haline geliyor. Popülarite açısından tek rakibi olan Sergey Yesenin (Esenin) 1925’te depresyona girip henüz 30 yaşındayken intihar ettiğinde, Mayakovsky ahlâken hayli utanç verici bir şey yapıp, bu diğer büyük lirik yeteneği “kötümserlik” ve “siyasal sapma”yla suçluyor. Oysa topu topu beş yıl sonra, yani 1930’da kendisi de hemen aynı nedenlerle henüz 37’sindeyken intihar edecek. Ve bu sefer, dönemin bir diğer çılgın delikanlısı diyebileceğimiz, daha 28’indeki Nâzım Hikmet siyasî doğruculuk adına berbat bir yazı döşenecek; şair olarak da, meydan okuyucu enfant terrible hayat tarzı bakımından da rol modeli olarak gördüğü ve Sol Fütürizmini uzun süre taklit ettiği Mayakovsky’yi “küçük burjuva zaafları”nın üstesinden gelememekle suçlayacak. 1950’lerde ve 60’ların başlarında ise hayat, Mayakovsky’den aldığı intikamı Nâzım’dan da alacak, en başta işaret ettiğim gibi. Ama bu, hazırlamaya çalıştığım başka bir araştırmanın konusu.  

 

Tekrar Mayakovsky’ye dönelim; 1920-30 arasında acaba ne fırtınalar kopuyor iç dünyasında? Bir yandan gerçek duygu ve düşüncelerinin yerine sahtelerini geçiriyor, diğer yandan bazen iki, bazen üç aşk arasında gidip geliyor ve her iki bakımdan paramparça oluyor. Kendisi de açıkça itiraf ediyor bunu. “Avazım çıktığı kadar” (At the top of my voice) şiirinden uzatmalı sevgilisi Lili Brik’e hitap ettiği bir bölümün, Rusçadan İngilizceye iki ayrı ama birbirine hayli yakın çevirisini vereceğim. Max Hayward ve George Reavey versiyonu:  Agitprop / sticks / in my teeth too, / and I’d rather / compose / romances for you — / more profit in it, / and more charm. / But I / subdued / myself, / setting my heel / on the throat of my song (The Bedbug and Selected Poetry, 1960). NYRB’deki makalesinde Michael Scammell’ın çevirisi: Propaganda / sticks in / my throat too, / I’d rather / scribble / you love poems — / it’s more profitable, / has more charm. / But I / straitjacketed / myself, / stomped / on the throat / of my own song. Bunlardan hareketle benim kendi Türkçeleştirmem: Propaganda / benim de boğazıma takılıyor şüphesiz  / ben de istemez miyim / sana aşk şiirleri yazmak / hem daha kârlı olur / hem daha zarif. / Ama tuttum kendimi / soktum bir deli gömleğine / türkülerimin sesini / kendi postallarımla çiğnedim.

 

Bu kadarı bile şairin dramını yansıtıyor zaten. Fakat aynı doğrultuda, Scammell’ın zikrettiği ama alıntılamadığı başka bir şiirinde öyle bir pasaj var ki, ben yıllardır okutuyorum 20. yüzyıl tarihi derslerimde. Şu, topuğuyla kendi hançeresine basarak özgün sesini susturma işinin nasıl cereyan ettiğini, gene bizzat Mayakovsky gözler önüne seriyor. Yeni Sovyet devletinin kültür elçisi olarak, yurtdışına çıkma özgürlüğüne sahip. Paris’e, Berlin’e, 1925’te Amerika’ya gidiyor. Dönüşte yazdığı “Eve/Yurda Dönüş” (Hayward-Reavey: Back Home; Scammell: Going Home) şiiri, Tony Judt’ın da Postwar’da [Tr. çev. Savaş Sonrası] Fransız aydınlarının “proletarya” karşısındaki aşağılık komplekslerine değinirken belirttiği gibi, bir entellektüelin parti ve devlet iktidarı karşısında mide bulandırıcı biçimde yerlerde sürünmesinin dip noktası. “Kendimi / mutluluk üreten / bir Sovyet fabrikası / gibi hissediyorum” diyor — istermiş ki Gosplan (Sovyet merkezî planlama teşkilâtı) onun da yıllık üretim hedeflerini önceden saptasın; elinde yetki belgesiyle bir siyasî komiser, onunla birlikte “çağın düşüncesi”nin üzerinden geçsin; fabrika komitesi iş bittiğinde dudaklarını kilitlesin; nihayet Stalin Politbüro’ya rapor verirken, pik demir ve çelik üretimi gibi şiir hasılasına da değinerek “Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nde / şiir zevki / artık savaş öncesi / norm’ları aşmış bulunuyor” desin.

 

Evet, “Eve Dönüş”ün basılı şeklinin son dizeleri bunlar. Ve hakikaten diktatörlüğe biat, olursa bu kadar olur. Ama… aması var. Aslında Mayakovsky çok değişik ve propagandif değil tamamen özel, kişisel bir final yazmış şiirine. Ansızın kamusal sesini terkedip kendi içine, mahremiyetine dönmüş: Anlaşılmak istiyorum kendi ülkemde / ama anlaşılmasam da / ne yazar ki? Kıyısından geçerim / doğduğum diyarın / eğik yağan / bir yağmur gibi (Hayward-Reavey çevirisinde, I want to be understood by my country / but if I fail to be understood — / what then? I shall pass through my native land / to one side, / like a shower / of slanting rain). Ne kadar ince ince, sızım sızım güzel! Ve beş yıl önceden, 1930’daki felâketi nasıl haber veriyor! Fakat herhalde beğenilmemiş (fazla “bireyci” veya “küçük burjuva” mı bulunmuş) ki, The Bedbug and Selected Poetry’nin (1960) editörü Patricia Blake’e göre “son anda” çıkarıp üstelik de o rezil Stalin yağcılığını eklemiş. Bir intihar notu gibi bıraktığı son şiirinde dediği gibi, bundan sonra “aşkın gemisi” nasıl “günlük hayatın kayalarına” toslamayabilir?

 

Mustafa Kemal/Atatürk

 

İkinci soru. Devrimi ve politikayı sanat ve kültür insanları böyle yaşarsa, liderler nasıl yaşar? Haydi diyelim ki Lenin ve Stalin’lerin, Mao’ların, Castro’ların bir büyük, çok sert çekirdekli teorileri ve onun etrafında örülmüş disiplinli partileri vardır. Bu iki unsura aidiyetleri o kadar yüksektir ki, nihaî zafere inançları tamdır; sırf bu misyonları var ve başka hiçbir şeyleri yoktur; yalnızlık çekmez, kendilerinden şüphe etmez, zinhar zaaf göstermezler. Ama ya, öyle bir teorik ve örgütsel “kalabalık” matrisine oturmuyorlarsa? “İşçi sınıfı”nı değil de (ister “millî” ister “küçük” olsun) “burjuvazi”yi temsil ediyorlarsa? Bu yüzden hem biraz fazla birey, hem de (bir önceki Tarihe dair düşünceler yazımda anlattığım nedenlerle) oldukça seçkinci iseler? Yönetmek sadece bir bölümüyse hayatlarının? Kendi kendileriyle o kadar özdeş, o kadar “eti kemiğine yapışık” değil de daha introspektif ve benliklerine mesafeliyseler?

  

Bu takdirde, özel ve kişisel olan ile kamusal olan arasında ne gibi bir açılım doğar? Liderlik herkes için değildir kuşkusuz. Ama politikanın mütehakkim elkoyuculuğu, lider açısından nasıl yaşanır? Ulu Önderin kültü ve karizmasının ardında ne yalnızlıklar saklanır?

 

Yıl 1933. Yesenin’in intiharından sekiz, Mayakovsky’nin intiharından üç yıl sonra. Sovyetlerde Stalin, Türkiye’de Mustafa Kemal (soyadı kanununun çıkmasına daha bir yıl var). Onuncu Yıl Nutku, biliyorsunuz, şu cümlelerle biter: “Türk milleti; Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” İyi de, Mayakovsky’nin “Eve Dönüş”ünün son dizeleri gibi bu da kendisinin ilk tercihi değildir aslında. Elimizdeki elyazısı taslaktan başlangıçta ne yazdığını apaçık görebiliyoruz (vurgular benim): “Türk milleti; Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız!”

 

Kendini ele verdiği çok nadir bir andır. Ruhunun derinliklerini görebileceğimiz bir pencere açılır gibi olur: fanidir, yalnızdır, zamanın akışının son derece farkındadır (çünkü realist ve materyalisttir); herkes gibi “sonra”sını düşünür; sonsuzluğun içinde unutulmak değil hatırlanmak arzusundadır. Dahası, esaslı bir dünya ve Batı nosyonu da olduğu için, sırf Türkiye değil, bütün “medeni beşeriyet” tarafından hatırlanmak arzusundadır. Bu yüzden, gene Mayakovsky’de olduğu gibi ses tonu ansızın değişir; kamusal belâgatten çıkar, alçalır, kişisel bir ricaya dönüşür.  Fakat ne çare, rahat bırakmazlar; resmiyetin aparatçikleri sökün eder. Böyle orijinallikleri anlamaktan âciz, liderin bu kadar bariz biçimde insanîleşivermesinden rahatsızdırlar. Hikmet Bayur’un bir yıl sonra, 1939’un 10 Kasım’ında Ulus’ta yazdığına bakılırsa, ilk kendisi, yani Bayur, “bireycilik” veya “küçük burjuva zaafı” demez tabii; sadece bu cümleyi “çok hazin” bulup “kaldırılmasını rica” eder. Spontaneite saniyesinde kaybolur ve liderlik sanatı devreye girer; Mustafa Kemal önce bir işaret düşer; “hemen herkes aynı şeyi tekrarlayınca” çizip kaldırır; yerini o çok daha politik, kollektif, devletli, anıtsal “Ne mutlu Türküm diyene” alır.
 

Pencere kapanır; kamusal, bireysele bir kere daha üstün gelir. Hikmet-i devlet (raison d’état) öyle gerektirir. Ama bana en çok dokunan, yaklaştığım, anladığımı sandığım Atatürk, o “beni hatırlayınız” diyendir. 

 

 

- Advertisment -