16 Nisan 2017’de yapılan Anayasa Değişikliği Referandumu’nun sonuçlarını, özellikle ana muhalefet partisi CHP ve diğer bazı muhalif kesimler tartışmalı olarak değerlendirseler bile, sistemin çarkları o değişiklik yönünde işlemeye, kurumlar ve kurallar bu duruma uyarlanmaya başladı.
Gerçekleştirilmesi için altı aylık süre tanınan uyum yasalarından önce, TBMM içtüzüğünün değişmesi konusu 7 Temmuz 2017 itibariyle gündeme alındı. AK Parti – MHP ikilisi tarafından hazırlanan 18 maddelik teklif geçtiğimiz günlerde Anayasa Komisyonunda görüşülüp kabul edildikten sonra genel kurul aşamasına geldi. Birkaç gün sonra nihai görüşme ve oylama yapılacak.
Meclisi Başkanı İsmail Kahraman’ın tüzük teklifini hazırlamak üzere parlamentoda bulunan dört partinin ortak komisyonda bir araya gelmesi çağrısı ise, “Yeni sistemde parlamentonun tamamen etkisiz hale getirildiğini, bu nedenle böyle bir işleyişe alet olmayacaklarını” ifade eden CHP ve HDP tarafından anında reddedilmişti.
İçtüzük değişikliğinde uzlaşma ihtimal dışı
Kendi hazırladıkları tüzük değişikliğini Anayasa Komisyonuna getiren AK Parti ve MHP ile diğer muhalefet partileri arasındaki iç tüzük tartışmaları, doğal olarak referandum döneminde gördüğümüz rejim tartışmalarının devamı şeklinde ve aşağı yukarı aynı sertlikte cereyan etti.
Parti temsilcilerinin yaptıkları açıklamalar bu kapsamda suçlama ve ithamlarla sürdü.
Görülen o ki, anayasa değişikliği döneminde sağlanamayan mutabakatın, kurum ve kuralları yeni sisteme uyarlama çalışmaları döneminde gerçekleşmesi, siyasal realite gereği boş bir beklenti olacak.
TBMM içtüzüğü yılların sorunu olsa ve siyasal partiler farklı yaklaşımlara sahip olsalar bile, değişmesi noktasında buluşuyorlardı. Hattâ önceki dönemlerde partilerin üzerinde anlaştığı hazırlıklar bile olmuştu.
Ancak, rejimi köklü değişimlere uğratan 16 Nisan 2017 anayasa referandumu sonrasında, bu değişikliğe kökten karşı olan CHP ve HDP’nin bakışının esastan değişmesi de anlaşılır bir durumdur.
Sorunlar üst üste yığılmaya başladı
Bunlardan dolayı, TBMM içtüzüğünü ve yasaları yeni siyasal rejimle — yani cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle — uyumlulaştırma çalışmalarına tanık olacağımız önümüzdeki yasama döneminde, toplumsal kutuplaşmanın daha da artmasını ve siyasal iklimin daha fazla sertleşmesini beklemek karamsarlık sayılmaz.
Büyükada’da toplantı yapan insan hakları örgütlerinin (ikisi yabancı) temsilci ve bazı aktivistlerinin tutuklanması sonucu, özellikle Almanya ile başlayıp derinleşme eğilimi gösteren kriz, Türkiye açısından zaten bıçak sırtı giden uluslararası ilişkileri de iyice zora sokmuş görünüyor.
Üstelik, dünyanın en büyük ekonomilerinden olup AB ile yaptığımız ticaretin neredeyse yarısını tek başına oluşturan Almanya’yla başlayan bu anlaşmazlık hiç de ötekilerine benzemiyor ve Türkiye’yi ciddi surette sarsma potansiyeli taşıyor.
Zaten son dönemde ilişkilerimizin normal seyrettiği ülkelerin sayısının hayli az olduğu, dış politikada sorun olarak önümüze gelen güçlüklerin giderek arttığı da görülüyor.
Sözün kısası, dış politika sorunlarının üstesinde gelmekte, dostlarını çoğaltmakta zorlanan bir Türkiye ile karşı karşıyayız.
Bu yaklaşımla normale dönüş kolay değil
Hal böyleyken, içeride siyasal gerilim bir türlü dinmiyor. Dinmesi için adımlar atmak bir yana; her gün neredeyse yangına körükle gidilen yeni politika ve uygulamalarla yüz yüze geliyoruz.
Hemen her yazıda standard şekilde ve bıktırırcasına söz ettiğimiz sorunlar biliniyor. OHAL, KHK uygulamaları, haksız ve delilsiz tutuklamalar, FETÖ’cü suçlamasıyla keyfi işten çıkarmalar, tutuklu milletvekilleri ve gazeteciler, oldukça gizemli iddialarla tutuklanan insan hakları savunucuları vb.
En geç iki sene içinde bu ülkede üç seçim yapılacak. Bu can sıkıcı gidişat bir an önce makul bir yumuşamaya evrilmediği müddetçe, ülke olarak herkes için tatsız zamanların geleceğini öngörmek kahin olmayı da gerektirmiyor.
Özellikle referandum sonuçları, ortada yüzde 51.4 evet olsa bile, AK Parti iktidarı için ciddi göstergeler içeriyordu. Nüfusun artık yüzde 70’ten fazlasını teşkil eden metropoller ve büyük şehirler alarm veriyordu. Muhafazakârlığın geleneksel merkezi olan il ve ilçelerde esen hava farklılaşmaya başlamıştı.
Bunların ima ettiği riskleri bertaraf etmek için hükümette değişikliğe gitmek, AK Parti’de yeni delegeler seçmek ve yeni yönetimler oluşturmak gibi adımların amacı az çok görülüyor. Hattâ kalan zamanın içine bazı reformları sıkıştırma, ekonomiyi biraz dopingle de olsa doğrultma gayretleri de şüphesiz önemli ve değerli olacaktır.
Lakin, bütün bunlar siyasal bakımdan hızla normale dönme ihtiyacını ortadan kaldırmaz ve toplumsal memnuniyeti artık pek sağlayamaz.
İktidar iç huzuru arıyor mu?
Çünkü iç huzur bozulmuş bulunuyor. Nereden bozulmuşsa oradan düzeltmek icap eder. Bunların da neler olduğu, yukarıda da ifade ettiğim gibi az çok bellidir.
Hal böyleyken, toplumun büyük bir bölümünün yeni rejimde artık etkisiz eleman derekesine düşürüldüğünü düşündüğü TBMM’nin, AK Parti – MHP ikilisinin getirdiği içtüzük değişikliğiyle, başkanın genel müdürlüğü haline sokulmak istendiğini söylemek bilmem abartı olur mu?
Hani Meclis bundan böyle yasama işleriyle derinden derine meşgul olacaktı? Şimdi oturmuş, iktidarı ve muhalefetiyle milletvekilleri, başkanlığın bir teknik dairesi gibi tıkır tıkır yasa hazırlasınlar diye konuşma zamanlarını kısıtlamanın yollarını, zaptürapt altına almanın hukuka uydurulmuş usullerini arıyoruz. Gerekçesi de hazır: Ne kadar hızlı, o kadar iyi!
Özellikle muhalif partiler ve milletvekilleri için söz almak ve makul süre kullanmak artık çok zor. Bu değişiklikler kabul edilirse Mecliste söz aslanın ağzında olacak.
Malum; 12 Eylül 1980 darbe rejiminden miras bir milletvekili yeminimiz var. Şimdi, bu saçma sapan yemine sırtımızı dayayıp yüz binlerin oyunu alan ve bu ülkenin vazgeçilmez renklerinden olan insanları kapının önüne koymanın tüzüğünü hazırlıyoruz. Ama nedense iktidar ikilisinin aklına o yemini değiştirip düzgün bir hale getirmek gelmiyor.
Mevcut haliyle bu yeminin Türkiye’nin birliği ve bütünlüğünü sağlamadığını; Osmanlı’dan miras kimlik, inanç, kültür, bölge, mezhep zenginliğini demokratik, adil, eşitlikçi bir ruh ve ifadeyle kucaklamadığını bilmeyen mi var?
Böyle bir yemin için mi, “insanlar ölmesin ve ülke paramparça olmadan barış ve eşitlik içinde çözüm bulunsun” diye didinen Leyla Zana gibi insanların milletvekilliğine son verilecek?
Başka hususlar da var. Meclise devamsızlık, bazı tartışmalı etkinliklere katılmak vb… Sorumlusu kim olursa olsun, Türkiye’nin henüz çözmeyi başaramadığı Kürt sorunu gibi, yıllar boyu ağır can ve mal kaybına yol açan büyük bir meselenin, hattâ devasa bir bölge sorunu haline gelmiş bu konunun, Meclisin bu yeni içtüzük maddeleri içinde çözüme kavuşacağını sanmak nasıl bir şey, anlayabilmiş değilim.
Halbuki AK Parti, şimdiye kadar hemen hiçbir partinin cesaret edemediği, siyasal tarihimizin gördüğü en ciddi ve önemli barış ve çözüm adımlarını atmış olan bir partiydi. Bugün bir tıkanma yaşanıyor olsa bile, konuyu getirip ıvır zıvır içtüzük maddelerinin içine gömmeye çalışmanın akıl ve izanla ilgisi olmadığının görülmesi gerekiyor.
Milletvekilinin tepesinde sallanan tehdit!
Değişiklik maddeleri arasında hele bir 15. madde var ki evlere şenlik.
“Türk milletinin tarihine ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve ithamda bulunmak, Anayasanın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen Anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasada düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlar yapmak” bir suç olarak tanımlanıyor ve milletvekillerine cezai müeyyide uygulanmasını beraberinde getiriyor.
Madde şöyle gerekçelendiriliyor: ” Anayasa ve yasaların devletin ruhu, milletin birleştirici unsuru olduğu bilinciyle Anayasa ve yasalara aykırı isim ve sıfatların kullanılmaması parlamento ruhuna uygun olacaktır… Millet, tarihi süreç içinde teşekkül eden ortak değerler, kader ve gelecek duygusu etrafında toplanan, inanç, mezhep ve etnik farklarını aşkın bir topluluktur. Bu bağlamda, Türk milletinin ortak geçmişine, tarihine yönelik değerlendirmelerde eleştiri boyutlarını aşan hakaret ve ithamlar, tarihi gerçekliğin ortaya konulmasına yönelik dil ve üslubun dışına düştüğü gibi, tarihin bir devamı olan bugünkü toplumsal yapımız bakımından da kesimler için kırıcı, yaralayıcı olmakta, ortak kader ve gelecek duygusuna zarar vermektedir. Bunu önlemek amacıyla madde düzenlenmiştir.”
Cezaydı, şuydu buydu; onları bir yana bırakıyorum.
İçtüzüğe konulan bu yeni madde, aslında pimi çekilip Meclis çalışmalarının ortasına atılmış bir el bombası gibi. Çok değil, birkaç sene öncesini hatırlayanlar, bir zamanların ünlü faşizan 301. maddesinin dönüp dolaşıp içtüzük maddesi olarak önümüze çıktığını görecektir.
Yani, hem milletvekillerini tehdit eden, hem de iktidar ile muhalefet arasındaki zaten bozuk ilişkileri iyice berhava edecek bir iç tüzük maddesiyle karşı karşıyayız.
Böyle bir maddenin tepesinde sallandığı bir Mecliste, milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı olabilir mi? Böyle bir maddenin tehdidi altındaki milletvekilleri özgür iradeleriyle ülke meselelerini tartışabilir mi?
Bunca farklılığın olduğu bir ülkenin parlamentosunda tarihe, ortak geçmişe, Anayasa’nın ilk dört maddesine, onun belirlediği düzene, idari yapıya, ilgili tanımlara aynı pencereden bakarak bu konularda ortak bir dil aramak, ne siyaseten ne de hukuken mümkün.
Ermeni sorununun bazı ülkelerin parlamentolarında bir karara bağlanıp, aksini söylemenin suç olarak ilan edilmesine karşı, Türkiye’nin ileri sürdüğü tezleri iktidar mensupları arasında hatırlayan var mı acaba?
Eğer niyet hakareti ve kavgayı önlemek ise böyle bir maddeye ihtiyaç olmadığı görülmelidir.
Geç de olsa, zor da olsa normale dönüş yoluna girilmeli
Galiba milletvekillerinin düşünce ve ifade özgürlüklerinin bu tür prangalara vurulmasının Türkiye’yi nasıl bir kaosa sürükleyebileceğinin yeterince farkında değiliz.
Üstelik bu parlamentonun her komisyonunda ve genel kurulunda her gün milletvekillerinin önüne bu mevzu çıkacak.
Milletvekillerinin yaptıkları konuşmaların hangi anlama geldiği, neden bazı tanımları içerdiği, niçin bazı bölge ve yerlerin eski isimlerine atıfta bulunduğu ve bunların yasak kapsamına girip girmediği, saatler boyu süren anlaşmazlıklara, münakaşaya, tartışmaya, atışmaya ve itiş kakışa yol açacak.
Demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü, kürsü dokunulmazlığı gibi değer ve ilkelerin hiçbir yerine sığmayan içtüzük maddeleriyle parlamentosu çatışma alanına çevrilmeye namzet bir ülkede huzur kalır mı?
Eğer “gerilim ve kutuplaşma seçmenlerin ve oyların konsolide edilmesine hizmet ediyor” diye düşünülüyor ve bu yolla riskli seçimlerin atlatılması kolaylaşır sanılıyor, çıkması muhtemel sorunlar umursanmıyorsa, biraz ona da bakmak lazım.
Evet, bir zamanlar kimlikler üzerinden sürdürülen sertleşme politikaları işe yarıyor ve seçimlerde oyların konsolide edilmesini bir ölçüde sağlıyordu. Doğrudur, bu yol birkaç kez denendi ve benzeri sonuçlar alındı.
Ancak, son dönemin dikkat çeken işaretleri, özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminden beri biraz değişmiş görünüyor. Anayasa referandumunda ise bu değişim daha net görülmeye başladı. Bazı değerler ve talepler kimliklerin üzerine çıkmaya başladı ve bu eğilim artarak sürüyor. Bunun da anlamı, kimlikler etrafında pompalanan sertleşme ve kutuplaşma politikalarının önümüzdeki dönemde bekleneni vermeyebileceği, hattâ tersine sonuçlar üretebileceği yönündedir.
O bakımdan vakit geçirmeden makule dönmenin yolu bulunmalıdır.
Bu maddeler o TBMM içtüzük değişikliğinde kaldığı müddetçe bu ülke huzur yüzü göremez.
Meseleyi siyasal onur konusu haline getirmeden, o arızalı maddelerden vazgeçilmeli; süratle iç siyasal iklimi yumuşatacak, normale dönüşü kolaylaştıracak adımlar atılmalı ve ülkeye demokratik bir ferahlık kazandırılmalıdır.