Agos gazetesi, 2004 Şubat’ının başında “Atatürk’ün manevi kızı ve ilk Türk kadın pilot” Sabiha Gökçen hakkında bir haber yayımladı. Haber, Gökçen’in, 1915 Büyük Felaketi’nde, henüz küçük bir çocukken devşirilmiş bir Ermeni olduğuna ilişkindi.Hrant Dink’le ilgili nefret kampanyasının, Agos gazetesinde çıkan bu haberden sonra başlatıldığını söyleyebiliriz. Fakat olayı fazlaca vurgulamak, kampanyanın asıl unsuru olan, Hrant Dink’in “Türklüğe hakaret”ten yargılandığı mahkemede mahkûm edilmesinin önemini azaltmak olur; zaman zaman bu hataya düşüldü.Sabiha Gökçen haberinin kampanyadaki rolünü gerçekçi bir biçimde değerlendirebilmek için, haberin nasıl geliştiğine ve etkilerine kısaca bir göz atalım…Haber önce gazetesinde yer aldı ve etkisi Agos okurlarıyla sınırlı kaldı; zaten bu da, trajik bir öykünün okurlar üzerinde bıraktığı etkiden ibaretti. Fakat aynı haber iki hafta sonra (21 Şubat 2004) Hürriyet‘te yayımlandığında, bambaşka bir sonuca yol açtı.Aslında Hürriyet‘teki metin kışkırtıcı bir içerik taşımıyordu, iddiayı nötr bir dille aktarıyordu; hatta içerik ve dil olarak Agos‘takinden pek de farklı değildi. Fakat yine de Hürriyet‘te Agos‘ta durduğu gibi durmadı; ortalık birdenbire gerildi.Bu sonuç sadece Hürriyet‘in yaygın ve etkili bir gazete olmasıyla ilgili değildi, ondan da çok o âna kadar oluşturduğu imajıyla ilgiliydi. Öyle bir imaj ki, aynı metin başka bir gazetede yayımlandığında trajik bir öykü olarak algılanmışken, Hürriyet‘te sanki küfürlü bir içeriğe sahipmiş gibi algılandı.İlk tepki Genelkurmay Başkanlığı’ndan geldi, onu öbürleri izledi…Genelkurmay Başkanlığı bildirisinde, Sabiha Gökçen’in “Atatürk’ün, Türk kadınının Türk toplumu içinde bulunmasını istediği yeri gösteren değerli ve akılcı bir sembol olmasına” dikkat çekiliyor, “buna rağmen böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşım(dır)” deniyor, sonunda da meşhur “etnik kimliğe bakılmaksızın herkes Türk’tür” klişesine başvuruluyordu.“Çağdaş” bir Türk kadınının, çocukluğundaki Ermeniliğinden bile rahatsız olan bu çıkış bir tür işaret fişeği işlevi gördü, gizlenmiş üstünlük duygularını (ve bazı durumlarda apaçık ırkçılığı) açığa çıkartan bir turnusol kâğıdı rolü oynadı.Cumhuriyet‘ten İlhan Selçuk üç gün üst üste (24, 25, 26 Şubat) kaleme aldığı yazılarda Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğunu gösteren bir kanıtın bulunmadığını öne sürdükten sonra, haberi dönemin modası “dış komplo”ya bağladı:“Türkiye Cumhuriyeti’nde, Türkiye’ye düşman bir hızlı kesim türedi. Nasıl oldu bu?.. Durup dururken olmaz böyle şeyler, her şeyin bir nedeni vardır… Türkiye, parçalanmak, bölüşülmek, paylaşılmak isteniyor; bunun dış güçleri içerde medyayı körüklüyor; her tarafta bir garip tezgâh kuruluyor.”İlhan Selçuk, Sabiha Gökçen’i okurlarına hatırlatırken, “Ermenilerin ortalıkta bırakıp kaçtıkları çocuklardan sayılıyor” demişti. O çocukların 1915’te tehcir yollarında ölmesinler diye geride bırakıldığını görmezlikten gelen ve gûya analiz yaparken, “satır aralarında Ermeni aşağılamaca” tekniğini kullanan bu neviden başka yazarlar da vardı.Mesela Hasan Pulur (Milliyet, 25 Şubat) Sabiha Gökçen’in sonradan devşirilmiş bir Ermeni çocuk olduğuna tanıklık eden akrabasının nihayet “Ermenistan’dan Türkiye’ye hizmetçilik yapmak için gelen bir Ermeni kadın” olduğuna atıfla, bu tanıklığın “sayılmayacağını” ima edebilmişti:“Ermenistan’dan Türkiye’ye hizmetçilik yapmak için gelen bir Ermeni kadının ‘Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen Ermeniydi’ laflarını gazetesinde yayımlamasından, ipe sapa gelmez bu lafların üzerine de, bazı ‘sazanlar’ın atlamasından sonra Hırant Dink’ten de, gazetesinin mevcudiyetinden de çok kişi haberdar oldu… Hırant Dink şakacıdır da: ‘Bir keresinde şaka olsun diye söylemiştim, buraya yine tekrarlayayım şu azınlıkların kıymetini vallahi hiç bilmediniz yani! Bari bundan sonra bilin de, bizimle beraber farklılıklarla bir arada yaşamayı iyi öğrenin. Yarın, öbür gün Avrupa Birliği’ne girerseniz, elin, elli tane gâvuru ile beraber yaşayacaksınız. Şimdi bizimki bir antrenman süreci olsun, değil mi yani!’ Türkçeyi iyi bildiği anlaşılan Hırant Dink, acaba ‘Aba altından sopa göstermek’ deyimini de hiç duymuş mu?”Sabiha Gökçen haberi mademki kötü niyetli iç ve dış güçlerin planlayıp programladığı bir haberdi, öyleyse ne türden hainlikler taşıdığı konusunda atış serbest, atışı temellendirmek ise gereksiz olmalıydı. Dünden Bugüne Tercüman gazetesi yazarı Emin Pazarcı’nın (25 Şubat) atışı, daha yazıldığı anda, kendisini izleyecek olanlara bakılmaksızın birinciliği kimseye kaptırmayacak bir tını veriyordu:“Sabiha Gökçen vefat edeli iki sene oldu. Neden o dönemde sesini kimse çıkarmadı da, bugün bu iddialar ortaya atılıyor? Amaç ne acaba? ‘Türk toplumundan lider kişilikli bir bayan çıkamaz’ mesajı vermek mi? Eğer amaç öyleyse, bu yapılanın adına son derece kaba bir ‘azınlık ırkçılığı’ denir.”Haber sayfaları da devredeydi bu arada… Sabiha Gökçen’in Ermeni olma ihtimalini izale edecek haberler birbiri peşi sıra sökün ediyordu. İlk hamle, “Hayır, Boşnak’tı” haberiyle Hürriyet‘ten geldi. Hürriyet‘in “İşte soyağacı” haberi de aynı amaca matuftu.Onu Milliyet‘in “Ermeni iddiasını ilk uçuş tarihi çürüttü” ve Akşam‘ın “Gökçen Ermeni değil Bosnalı” haberi izledi. Sanki “Hayır, Ermeni olamaz” haberleri arttıkça Hrant Dink’in yaptığı “kötülük” de büyüyordu.Bu arada Melih Aşık’tan “ipsiz sapsız bir iddia” ve “saygın bir isim üzerinde kuşku yaratılıyor”; Emin Çölaşan’dan “Ölmüş insanlar yalanlara, iftiralara yanıt veremez. Onların üzerinden oyun oynamak en kolay yoldur. Yazık, ayıp, günah…” katkıları geldi.Yukarıda da dediğim gibi, Sabiha Gökçen meselesi Hrant Dink’i bir nefret odağı haline getirebilecek kadar “malzeme” içermiyordu. Bunu amaçlayanların imdadına, Hrant Dink’in Agos‘ta yayımlanan sekiz bölümlük dizisinin altıncı bölümünde yer alan ve bağlamından kopartıldığında, onun kast ettiğinin tam tersi bir anlama gelebilecek o meşhur cümle yetişti. Bu çerçevede altın vuruş Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’dan geldi. Çölaşan, bir yazının sahibini lanetli bir insan haline getirmek istediğinde, yazının neresinden nasıl bir alıntı yapılacağını ve o bölümün yazının bütününden nasıl koparılacağını çok iyi bilen bir yazardı.Çölaşan’ın, ustalığını Hrant Dink’in sekiz bölümlük yazısında nasıl gösterdiğine biraz sonra geleceğim, ama önce eski bir yazımdan alıntıyla Hrant Dink’in o meşhur cümleyle neyi kast ettiğini anlayalım:“Bir yazar düşünün, sekiz hafta sürmesini planladığı uzun yazısının ilk beş bölümünde, her fırsatta ifade ettiği Ermenilerdeki, özellikle Diaspora’daki Ermenilerdeki Türk algısının ve düşmanlığının Ermeni kimliği üzerindeki olumsuz etkisini anlatsın, bunun ‘zehirli’ bir etki olduğunu ve mutlaka kurtulunması gerektiğini söylesin… İlaveten, bağımsız bir Ermenistan’ın bulunmadığı koşullarda (yani 1991’den önce) bunun mümkün olmayabileceğini, fakat şimdi onun verdiği manevi güçle, bilhassa da Diaspora’daki Ermenilerin Ermenistan’la ilişki kurması sayesinde Ermenilerin bu zehirli duygudan (Türk düşmanlığı) kurtulmasının mümkün olduğunu anlatsın. Ve yazısının beşinci bölümünü (ki başlığı ‘Türk’ten kurtulmak’tır) şu satırlarla bitirsin: ‘Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak… Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Gayrı Ermenistan’la uğraşmak.“Ve yazının altıncı bölümü… Diyelim ilk beş bölümü okumadınız ve şu satırlarla başlayan bir yazı çıktı karşınızda: ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.’ Böyle bir cümleyle karşılaşsanız ‘Türklerin kanının zehirli olduğunu’ söyleyen bir Ermeni ırkçısıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünüp ürperebilirsiniz… Fakat ilk beş bölümü okuyup da bu cümleyle ‘Türklerin kanı’nın değil, tam tersine ‘Ermeni kimliğindeki Türk algısının zehirli olduğunun’ kast edildiği sonucunu çıkarmamak mümkün müdür?“Hrant Dink, işte en çok buna çıldırıyordu. Dink’in katledilmesinden bir hafta sonra Nokta’nın kapağını bu akıl, mantık, vicdan dışı karara ayırmıştık. Üç dil uzmanına, o yazılardan ve o cümleden mahkemenin ve Yargıtay’ın nasıl o sonucu çıkardığını, o yazılar nasıl yorumlanırsa böyle bir sonucun çıkartılabileceğini sormuştuk. Üçü de, ne yapılsa ne edilse o sonucun çıkartılamayacağını anlatmışlardı dergi için kaleme aldıkları yazılarında…” (“Asıl ölçü o korkunç karara karşı alınan tavırdır”, Taraf, 22 Ocak 2010).Gelelim, Çölaşan’ın ustalığına… Hürriyet‘in en etkili yazarı olan Emin Çölaşan, o sekiz yazıdan sadece altıncısının yukarıda alıntıladığım ilk iki cümlesini (“Ermeni kimliğinin ‘Türk’ten kurtuluşunun yolu gayet basittir: ‘Türk’le uğraşmamak… Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır: Gayrı Ermenistan’la uğraşmak”) yayımladı ve işi bitirdi (28 Şubat):“Ülkemizde fikir ve ifade özgürlüğü gelişiyor, AB yolunda hızla ilerliyoruz! Her şey serbest, her şey özgür! İmam nikâhından Arapça yazıya, Türk’ün zehirli kanına kadar…”Nasıl Sabiha Gökçen yazısı Hürriyet’te yayımlandıktan sonra sanki küfürlü bir içeriğe sahipmiş gibi algılandıysa, Çölaşan’ın sekiz yazının birinden cımbızla çektiği o iki cümle de aynı şekilde algılandı.Çölaşan kadar etkili olmasa da onun kadar “hünerli” başka bir yazar da Cumhuriyet‘ten Deniz Som’du (24 Şubat). O da tıpkı Çölaşan gibi, sekiz bölümlük yazının tümünü okuyup değerlendirme yapmanın “kullanışsız” olduğunu anlamış, vuruşunu o meşhur iki cümle üzerinden gerçekleştirmişti. Som’a göre “Bu görüş, ırkçılıktan başka bir şey değildir ve dünyanın en büyük faşistlerinden Adolf Hitler’in bile aklına gelmemiş bir ‘damardan kan temizleme’ operasyonudur!”Som, “Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon’un içimizdeki hainlerden söz etmesi boşuna değildir” cümlesiyle de, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerin Dink hakkında daha sonra çokça kullanacağı “hain” sıfatının isim babalarından biri oldu.Bu arada sol, demokrat ve liberal çevrelerin hiç izlemediği, fakat Dink’in katlinde kullanılan lümpen-milliyetçi gençlik çevrelerinin ideolojisinin oluşmasında belirleyici bir rol oynayan milliyetçi gazeteler iyice zıvanadan çıkmıştı. Birkaç örnekle oralarda neler olup bittiğini anlamaya çalışalım:Arslan Tekin (Yeniçağ, 25 Şubat): “Hrant Dink bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Lozan Antlaşması’nın azınlıklara tanınan haklarından istifade etmektedir. Onun Türkleri sevmesini, hele Türk milliyetçiliği ile dost olmasını beklemiyorum. Ama bu kadar aleni bir düşmanlığa meyil etmesi düşündürücüdür”Alican Satılmış (Ortadoğu, 26 Şubat 2004): “Aynı şeyleri biz ‘Ermeni’den boşalacak o zehirli kan…’ şeklinde yazsak, bunun bir yaptırımı yok mudur? AB müktesebatına, Kopenhag Kriterlerine uygun mudur; yoksa böyle bir hak, sadece hainlere mi tanınmıştır? Oynanan oyun bellidir; Siyonist-Hıristiyan efendileri AKP’ye emredecek, AKP hainlere boş alan açacak, hainler de her türlü ihaneti sergileyecektir… Unutulmasın ve bilsinler ki bu devran böyle devam etmeyecektir. Tanrı Türkü Korusun Ve Yüceltsin.”Orhan Kiverlioğlu (Önce Vatan, 26 Şubat): “İncirdibi Protestan Okulu mezunu olup, Ermenilerin koruyuculuğu maskesi altında tarihçi başlığını yaparak, Türklüğe hırlayan Hrant’ın kafasına dank edecek bir kanun hâlâ olmalı ve insan kalıbında bu maymun genleri sahibinin cismen ve şeklen yanlış kopyalanmış olduğu ortaya çıkartılarak tıbben tescil edilmelidir… Aksi halde hayvan hayvanlığından, insan insanlığından utanır hale gelir… Hrant’ın kimden cesaret alarak hırladığı ortaya çıkarılmalı ve garip mahlûka dersi verilmelidir.”Bütün bu haberler ve yorumlar amaçlanan psikolojik ortamı sağlamış, onun üzerine de Hrant Dink hakkında açılan dava gelmişti. Dava, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden açılmıştı, Hrant Dink “Türklüğe hakaret etmek”le suçlanıyordu.O yazılardan “Türklüğe hakaret” sonucu çıkarmak o kadar tuhaf ve inanılmazdı ki, yapılan suç duyurusunun ciddi ciddi iddianameye dönüştürülmesi, başlangıçta işgüzar bir savcının mahkemeden mutlaka dönecek bir hamlesi olarak algılandı. Belki bu nedenle, Hrant Dink’in mahkûmiyetine samimiyetle karşı çıkacak çevreler bile savcının iddianamesini ciddiye almadılar ve buna bağlı olarak da gerekli tepkiyi gösteremediler. Aynı yetersiz tepki hali, iddianamenin kabulünden, davanın açılmasından ve hatta davanın mahkûmiyetle sonuçlanmasından sonra da devam etti.Daha Yargıtay aşaması vardı ve bırakın hukuku, aklı ve dil duygusunu dahi devre dışı bırakarak alınan bu karar Yargıtay’dan mutlaka geri dönecekti, öyle inanılıyordu.Oysa artık biliyoruz ki, o mahkeme süreci Hrant Dink’in düşmanlaştırılması operasyonunun ana unsurunu oluşturuyordu ve mutlaka mahkûmiyetle sonuçlanmalıydı. Dink’in avukatlarından Fethiye Çetin, katliamın üçüncü yıldönümünde Taraf‘a verdiği söyleşide (17 Ocak 2010) bu durumu şu sözlerle saptamıştı:“Bu profesyonel planın bir hazırlık aşaması var. Hazırlık sürecindeki bütün eylemler incelenmeli. Dink’in hedef gösterilmesi, aleyhinde kamuoyu oluşturulması, bir nefret nesnesi haline getirilmesi, medyadaki haberler… Sürecin bir de yargı boyutu var. (…) Tüm bunlar bu sürecin son derece örgütlü bir şekilde hazırlandığını gösteriyor.”Hrant Dink’in düşmanları, maalesef, meselenin özüne Hrant Dink’in arkadaşlarından daha fazla vâkıftı. O doğrultuda, “çalışmalarını” sabırla sürdürdüler. O çevrelerde Hrant Dink adı artık mutlaka “Türklüğe hakaretten yargılanan gazeteci” sıfatıyla birlikte kullanılır olmuştu.Fakat Hrant Dink’in düşmanlaştırılması operasyonunun başarıya ulaşmış sayılması için, bu algının faşizan-milliyetçi çevrelerle sınırlı kalmaması, merkez medyanın etkilediği geniş yığınların da algısı haline gelmesi gerekiyordu. Doğrusu onlar da ellerinden geleni yaptılar. Sabiha Gökçen’le ilgili haberin Hürriyet versiyonunu kaleme alan gazeteci Ersin Kalkan, Dink’in katlinin üçüncü yıldönümünrde Agos‘a verdiği söyleşide bu durumu şöyle anlatmıştı:“Başta Hürriyet olmak üzere gazetelerin çoğu Kemal Kerinçsiz tayfasının yaptığı saldırıları kınamak şöyle dursun bu canileri kahraman haline getirdiler. Bu süreçte Kerinçsiz’le yapılan söyleşilere baktığımızda olayın şeklini daha iyi anlarız. Çünkü, bazı gazeteciler de bu kampanya sırasında Kerinçsiz gibi görevlendirilmiş ve bu vazifelerini de hakkıyla yerine getirmişlerdi. Kerinçsiz’in, bazı gazete yayın yönetmenlerinin ve kimi gazetecilerin suçu ortada.”Ersin Kalkan’ın tespitinin ne kadar yerinde olduğunu anlamak için, Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi’nin konuyla ilgili olarak kaleme aldığı yazısının (8 Ekim 2005) bir bölümüne bakalım:“‘Eğer hakaret etmediğimi bu topluma inandıramazsam, bu ülkeyi terk ederim’ demiş. Bu kadar lafa ne gerek var? Önce maksadını aşan bir yoruma sebebiyet verdiği için vatandaşlarından özür dilesin Hrant Dink. Bavulunu toplamaya sonra karar versin. Belki gerek kalmaz!”Düşmanlaştırma sürecinin gemi azıya aldığı günlerde Hrant Dink’e böylesi alaycı-aşağılayıcı köşe-mektuplar gönderen Mengi, cinayetten beş gün sonra ise şöyle yazacaktı (24 Ocak 2007):“(…) Oysa Dink Türklüğü tahkir ve tezyif suçu işlemediğini, hedefinin dışarıdaki Ermeniler olduğunu, onları hedef alarak ‘Türk saplantısı kanınızı zehirliyor’ uyarısı yaptığını söylüyordu. Bu sözlerine inanan oldu, inanmayan oldu. Ama samimi olduğunu kanıtlayan 1 Kasım 2004 tarihli yazısını bulup yeniden okumak ancak o uğursuz cinayetten sonra aklımıza geldi.”Şu meşhur söze nazireyle söyleyelim: Gecikmiş akla gelmeler akla gelme sayılmaz!Bu zilleti ne yazık ki bütün medya paylaşıyor.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik