Lebensraum.
Türkiye’nin Musul politikasının ve bölgedeki genel durumun tartışıldığı programdaki sözlerine, bu deyimle başlıyor. Almanca “yaşam alanı” demek. Bu, Hitler’in Nazi yayılmacılığının ana fikri olarak icat ettiği bir kavram. “Üstün” Alman ırkı, güya doğal hakkı olan Doğu Avrupa’daki “yaşam alanları”ndan yoksun bırakılmış. Çünkü oraları “aşağılık” Slavlarca ele geçirilmiş. Dolayısıyla artık Nazi önderliğindeki Almanya tarafından “geri alınması” gerekiyor.
Faşist ve emperyalist çağrışımları iyi bilinen bir kavram. Zaten söz konusu konuşmacı da onun için kullanıyor; bütün o çağrışımları getirip Türkiye’ye ve AKP’ye yüklüyor.
Ona göre, Suriye’deki kaosun asıl sebebi, Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin yayılmacı politikaları.
AK Parti hükümeti, Esad ile muhalifleri çözüm masasında birleştirme ve bir orta yol bulma çabalarını gerektiğinden erken vazgeçerek provoke etti.
Erdoğan Suriye ve Irak’ta mezhepçi bir politika sürdürüyor ve çözümsüzlüğü besliyor.
Erdoğan, kendi yayılmacı amaçları doğrultusunda Suriye’yi kana boyayan cihatçıları destekledi ve buna devam ediyor.
“Cihatçı” sözcüğü, hükümet karşıtlarının yeni favorilerinden. Geçmişte “AKP IŞİD’ı destekliyor (hattâ özdeş)” argümanını şiddetle savunuyorlardı. Onca olup bitenden sonra bu sav artık kullanılamaz hale geldi. Onun için, daha geniş ve belirsiz kapsamlı “cihatçı” suçlamasını giderek daha fazla kullanmaya başladılar.
Böylece tüm İslâmî direniş örgütlerini, birbirleriyle çatışmalarına ve farklı söylemlerine bakmaksızın, içinde IŞİD’ın da bulunduğu tek bir çanakta toplayabiliyor; “mezhepçi-yayılmacı politikalar” önermesine kendilerince bir kanıt oluşturuyorlar.
Ve zaten çözüm için toplanacak konferansa da, bu politikaları yüzünden çağırılmadı Türkiye…
Hükümet politikalarını savunanlardan, “lebensraum arayışı” yakıştırmasına bir tepki gelmiyor; belki, programın daha başında sert bir polemiğe girmemek adına görmezden geliyor veya gerçekten farketmiyorlar.
Ama “çözüm konferansına Türkiye çağırılmadı” iddiasına yanıt hemen geliyor: “Hayır, çağırıldı; çağırılmayan İran!”
Esad ile muhalifler arasındaki görüşmelerin Türkiye tarafından kesildiği iddiasına da yanıt gecikmiyor:
“Hayır. Konuşma tutanakları deşifre edilip Arapça olarak yayınlandı; yakında Türkçeye de çevrilecek. O tutanaklarda açıkca ve Suriye tarafının da kabul ettiği biçimde, diyalogun Suriye tarafından bitirildiği görülüyor.”
Sorun değil.
Düştüğü durumu, hatâlarını önemsizleştirmeye yönelik bir çalımla geride bırakmaya çalışıyor. “Neyse; benim asıl ifade etmek istediğim başka…” kalıbına sarılıyor ve yanılgılar üzerine kurduğu paradigmasından türettiği iddialarını sıralamaya devam ediyor.
Artık ayyuka çıkmış İran yayılmacılığının, onun düşün dünyasında bir karşılığı yok. O, yayılmacılığı Türkiye’ye ve Erdoğan liderliğindeki AK Parti iktidarına eklemliyor.
Bölgede alevlenen mezhepçiliğin, ABD’nın Irak işgali sonrasında ve gene ABD güdümünde kurulan Şii eksenli merkezî Irak hükümetinin politikalarının sonucu olduğu gerçeği de onu ilgilendirmiyor.
Aynı şekilde, mezhepçiliğin, isyanlarla sallanan Suriye’deki BAAS iktidarına, İran aklınca atılan bir can simidi olduğunun da farkında değil.
Tıpkı, benzer bir stratejinin Türkiye’de, Alevileri hedefleştirme ve onlar üzerinden bir kargaşa yaratma biçiminde uygulandığını görmediği (görmezden geldiği) gibi.
Mezhepçilik özellikle de Türkiye’ye ve onun bölgedeki politikalarına doğrultulmuş bir silah iken, yaptığı silahın namlusuyla kabzasına yer değiştirtmek; olanı, gerçeği tersyüz etmek.
Olguları bütünün içinden işine geldiğince seçip çekmek; bir kısmını hiç görmeyerek, toplamı eksik bırakarak ve kimi de yanlış verilerekleyerek gerçeği çarpıtmak…
Yapılan bu.
Nasıl olsa “sokaktaki adam”ın puzzle’ı oluşturan bütün parçaları arayıp bulmaya, toplayıp yerleştirmeye fırsatı yok.
Günlük hayat gailesinde savrulurken, onların bu “seçilmiş gerçeklik”ini, onlar gibi bile isteye değil, mecburen yaşıyor, ama mekanizma aynı.
Sokaktaki adamın da bir fikri var çünkü; olmak zorunda.
Sosyal hayatının içinde bu konular geçiyor, konuşuluyor; seçimlerde oy veriyor; siyasete pasif veya oldukça etkisiz bir yerden, eninde sonunda dokunuyor.
Bir pozisyon almalı ve sürdürmeli.
İşte, gerçeği eğip bükenlerin, madalyonu tek yüzlü satanların, önceki “iki T24 yazarı ve ‘terörle mücadele okumaları’ üzerine” yazılarımda geçen Hasan Cemal gibilerin ve nihayet yukarıda bir televizyon programındaki konuşmasına değindiklerimin işi bu.
Yanılgının sürdürülebilmesi, kitlelerin muhalif pozisyonlarından ayrılmaması ve bu yönde argümanlarla beslenmesi…
Bir tür karşılıklı sömürü söz konusu.
Sokaktaki adam yoğun çaba harcayarak ezberini bozmaktan uzak duruyor. Ya konforunu bozmak istemiyor veya buna gerçekten vakti, enerjisi, olanağı yok. Bu yüzden ezberlerini besleyecek güncel, taze gerekçelere ihtiyacı var.
Onlar da bunu sağlıyor.
Alışveriş medya üzerinden sürdürülüyor.
Onlar medyanın “argüman” ürünlerini tüketiyorlar, medya da onlara tüketeceklerini satarak yaşıyor.
Gerçek kimsenin umurunda değil — veya ulaşılması çok zor olan bir lüks.
Sadece muhalefet için geçerli bir durum değil elbet; iktidar yanlısı medya için de geçerli.
Ülke tarihinde görülmedik ölçüde şeffaf, bağımsız ve yapıcı bir iktidarın arkasından giden medya da, durumdan vazife çıkartarak yapıyor aynısını.
İran yayılmacılığının dile getirilmesinde örneğin, durum okumalarının bu sert gerçek de katılarak yapılmasında mutedil davranıyorlar.
Rusya’nın Halep’te sivilleri bombalaması dün ayyuka çıkan protestolarla karşılanırken, Rusya ile Türkiye arasında ekonomik konularda anlaşma sağlandığında görünmez oluveriyor.
ABD’den Fethullah Gülen’in iadesi isteniyor ve bunun için gereken kamuoyu baskısını oluşturmak üzere bir bombardıman başlıyor.
Hiçbir kanıt olmaksızın, 15 Temmuz darbesinin ardında bir ABD heyulası yükseltiliyor. Konjonktürün buna uygun olmadığı, ABD’nin Türkiye’de darbe isteyecek en son ülke konumunda olduğu gerçeğini dile getirmek de gereksiz.
Zira gerçekle ilgilenilmiyor. Aksi iddiada bulunduğunuzda ise önünüze, yirmi yıl öncesinin dünyasından okumalar, Soğuk Savaş dönemi darbe anlatıları çıkarılıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından her fırsatta “katil” sıfatıyla anılan Esad’ın destekçisi Rusya, birdenbire “ABD destekli darbe” sırasında Türkiye’nin yanında “darbeyi engelleyen” mükemmel bir yoldaş oluveriyor.
Birdenbire ortalık, İran ve Rusya kaynaklı dezenformasyonların hükümet yanlısı medya tarafından alınıp yayılmasıyla doluyor ve bizzat Erdoğan’ın yalanlamalarının bile bir haber değeri bulunmuyor, medya tarafından görmezden geliniyor (bkz https://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/bastirilmis-darbenin-direniscisi-cok-olur-727929).
Sonunda ortaya, çoğunluğu haber değeri taşımaktan uzak ürünleriyle, kendini şu veya bu görüşün destekçiliğine indirgemiş, bazen de desteklediği görüşün yararına değil zıddına, zararına hizmet eden, istihbarat manipülasyonlarına sonuna kadar açık bir medya çıkıyor.
Suriye ve Irak’ta olup bitenlerde kapalı kapılar ardındaki konuşmaların fazlasıyla etkin olduğu bir dönemden geçiyoruz. Herşey çok hızlı değişiyor; basına çoğunlukla eksik, yanlış veya geç yansıyor.
Bütün bu hızlı değişim içinde muhalefet eski çarpık ezberlerine (Demirtaş’ın demeçlerinde artık siyasi ciddiyeti tümüyle bir yana bırakması örneğinde de görüldüğü gibi) pervasızca sarılıyor.
Hükümet yanlısı medya ise, çoğunlukla kifayetsiz okumalara ve yüzeyselliğe savruldukça savruluyor.
Bütün bu toz duman içinde olan gerçeğe oluyor ve toplumun politik enerjisi, sürekli bir “olumsuz”a akıyor.