Arap Baharı kışa dönüp darbeler ve çatışmalarla yükselen ateş bölgeye yayıldıkça; Ortadoğu çatışmaları Suriye üzerinden Türkiye’nin sınırlarına dayanıp, üzerine bir de PKK ile yaşanan son çatışma dönemi eklenince, savaş neredeyse medyanın ana malzemesi haline geldi.
İttifaklar, düşmanlıklar, yardımlar, engeller ve desteklerle örülü karmaşık politik ağın içine, bir de hakim olunması oldukça güç bir diğer alan olarak “askeri teknoloji” karıştı.
MİT tırlarında taşındığı “belge”lenen silahlardan, Kilis’e atılan füzelere; PKK’nın gizli destekçilerinden, onlarca can alan intihar bombacılarına kadar uzanan, bir anlamda medya için paha biçilmez değerdeki bu konu havuzu, gelin görün ki, ilk önce medyayı boğdu.
Zaten haberleştirdiği alanlarla olan ilişkisi, partizanlık ve yaygın cehaletle belirlenirken, konusunda uzman bir ordu mensubu, emekli bir muvazzaf subay için bile fazlasıyla karmaşık bu yeni alan, yani askeri teknoloji ve strateji ile taktikler (ve bunlardan giderek uluslararası ilişkilere uzanan yeni örüntüler), medyayı görülmesi çok da zor olmayan bir şekilde büyük bir kaos içine yuvarladı.
Sahadan gelen zaten kuşkulu bilgiler, ehil olmayan ellerde ve çoğu zaman siyasi tercihler ile gündemi tahrik edecek şekilde yorumlandı, çarpıtıldı, okuyucuyu en fazla provoke edecek haliyle yayınlandı.
Eğer o gün Türkiye örneğin Almanya ile sorun yaşıyor ve politik alanda çekişiyorsa, uydurma ilişkiler ağı kurgusunun hedefine Almanya kondu.
Gün geldi, hedef Rusya veya Amerika oldu; terör nedeniyle yükselen tepki, kadim güvensizlik veya düşmanlıklara kanalize edildi.
Özellikle iktidar yanlısı basının bir kampanya halinde üretilen ana bugün artık hiç bahse konu olmayan “PKK’ya Alman yardımı” haberleri, bunun belki en iyi örneklerden biri.
PKK’nın özellikle Almanya’da geniş bir tabanı ve örgütlenme ağı olduğu biliniyor. PKK tabanınının STK’lar aracılığı ile Alman hükümetinden bir takım kolaylıklar buldukları da…
Ve elbette Türkiye için, Avrupa’nın terör örgütü tanımlamasındaki bir takım gruplara hoşgörü göstermesi de eski bir sorun. Ama mesele PKK’ya “Alman yardımı”na gelindiğinde, aklın çizgileri aşılıverdi.
Birdenbire, Türkiyenin de desteklediği Irak Kürt yönetimine IŞİD ile savaşmakta destek amacıyla gönderilen Milan tanksavar füzelerinin, panzerfaust roketlerinin ve Glock marka tabancaların KDP’ye değil, PYD üzerinden PKK’ya geçtiği haberleri yayılmaya başladı. Oysa bu silahların PKK tarafından kullanıldığına dair tek bir kanıt, raporlaştırılmış tek bir saldırı yoktu. Savaşın başında girişilen bu kampanyanın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişken, bu durumda hiçbir değişiklik de olmadı.
Olasılıkla Almanya’yı baskı altına almayı amaçlayan, kasıtlı ama kanıtsız bu kampanya başladığı gibi bitti ve kimse de “kanıtınız neydi; bu haberleri neye göre yaptınız ve şimdi de unuttunuz?” diye sormadı.
Bu konuyu o günlerde Karar sitesinde yazdığım bir yazıda etraflıca irdelemiştim. Bundan sonra anlatılacaklara da bir referans oluşturabilir: http://www.karar.com/yazarlar/firat-erez/almanyadan-pkkye-silah-yardimi-ve-pkk-elindeki-yuksek-teknoloji-urunu-silahlar-405.
Bir başka örnek ise, yine bir tezvirat rüzgarı yaratan ve gerekli etkiyi yaptıktan sonra yalanlamalarıyla birlikte unutulan “Zagros” efsanesiydi.
Bu konu, ilginç bir biçimde, AK Parti Hükümetine olabilecek en sarsak ve saldırgan muhalefeti sürdürmesiyle bilinen Sözcü gazetesinde, Yılmaz Özdil tarafından, üstelik de intihal ürünü bir yazıyla gündeme taşındı. “Zagros’un el yapımı olmayıp, ABD tarafından PKK’ya verilen yüksek teknoloji ürünü bir silah” olduğu iddiası, hükümet yanlısı medya tarafından da yutuldu ve iştahla yaygınlaştırıldı.
Bu iddia da doğru olmaktan çok uzaktı ve hükümet karşıtları ile yandaşları için farklı algıları beslemek için kullanıldı.
İki taraf da “kadim düşman ABD emperyalizmi” algısına, farklı amaçlarla ama aynı malzemeyi kullanarak oynuyordu.
Zagros konusu da yine bu sitede, serbestiyet.com’daki Bir yalanın kuyruğunda başlıklı yazımda etraflıca incelendi: https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/bir-yalanin-kuyrugunda-662547.
Gazeteciliğin siyasi pozisyonlara ve siyasi pozisyonlar doğrultusundaki algı operasyonlarına alet edilişinin ve (evet, oldukça karmaşık bir konu olmakla birlikte) askeri teknolojiye dair bilgilerin bu kadar rahatlıkla deforme edilmesinin başka örnekleri de var kuşkusuz. Ancak bunlardan aşağıda anlatılacak sonuncusu, hepsinden daha önemli ve beklenmedik sonuçları olabilecek cinsten.
ABD’nin, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinin, Rusya’nın, İran’ın başka odakların PKK’ya verdiği iddia edilen, ama varlığı bir türlü ispatlanamayan yüksek teknoloji ürünü silahlardan biri, yerden havaya füzeler için kullanılan bir “omuz rampası” (manpad) türü, güneydoğuda iki subayın şehit olduğu bir saldırıyla sahneye çıktı.
Çukurcadaki bir üs bölgesine yapılan ve altı askerin şehit olduğu saldırıya müdahale etmek için grövdeyken rotası değiştirilerek çatışmaya gönderilen, Kara Kuvvetlerine ait Bell AH-1 Super Cobra saldırı helikopteri, oldukça yakından atılan ve tüm olayın da filme alındığı bir saldırıya uğradı. Ateşlenen SA-18 / 9K38 Igla (Türkçesi “İğne”) füzesi tarafından kuyruğundan vurulan helikopter, birkaç saniye içinde yere çarparak infilak etti.
Türkiye Cumhuriyeti ile yıllardır aralıklarla sürdürdüğü savaşta, PKK daha önce de iki sınır ötesi operasyonda bu ve benzeri füzeler kullanarak üç TSK helikopterini düşürmüştü. Ama bu, Türkiye sınırları içinde buy olla düşürülen ilk hava aracı oldu.
Benzer olaylarda PKK’nın arkasında destekçi bir büyük güç aramayı alışkanlık haline getirmiş medyanın refleksi beklendiği gibi oldu ve oklar Rusya’yı gösterdi.
Hemen herkes büyük bir özgüven içinde PKK’ya bu silahı Rusya’nın, üstelik de Suriye sınırında bir Türk F-16’sınca düşürülen SU-24’ün intikamını alması için verildiği fikrinde birleşiverdi.
Bu, tümüyle okuyucunun sinir ucu hassasiyetini hedefleyen ve düz mantıkla girişilen bir çıkarım. Ve bir kere daha, herhangi bir delili bulunmuyor.
Basitçe “füze Rus, öyleyse Ruslar verdi” mantığı yürütülüyor. Bu doğrultuda, “delil yok” denmemesi için hemen bir delil de uyduruluverdi.
Aranan delil biraz gerilerden, 6 Aralık 2015’den bulunup getirildi.
Suriye’nin Tartus limanı ile Rusya’nın Karadeniz kıyılarındaki yığınağı arasında mekik dokuyan Ropucha sınıfı nakliye-çıkarma gemilerinden, 158 borda no’lu Caesar Kunikov, o tarihte, yani 6 Aralık 2015’te İstanbul Boğazı’ndan geçerken, köprü üstünde aynı manpad ile bir SA-18’i hazır pozisyonda tutan bir er, uzun odaklı teleobjektifler kullanan amatör fotoğrafçılarca görüntülenmiş ve kıyıdan seçilmesi oldukça zor bu detay, küçük çaplı bir skandala neden olmuştu.
Medya bunu “füze göstermek” olarak adlandırıp, üzerine bir tehdit ve küstahlık hikayesi oturtmuştu.
Kimsenin aklına uzun odaklı objektiflerce görüntülenmese farkedilemeyecek bu detayın bir “tehdit” olmayabileceği; gemideki bazı donanım eksikliklerinin giderilmesi için gerçekleştirilen bir prosedürün gereği olabileceği gelmedi.
Bu noktada bir detaya girmek gerekiyor.
Orta-uzun menzilli bu çıkarma-nakliye gemileri, yani Ropucha’lar, kendilerini hava saldırılarından korumak için, olaya konu manpad’lerle aynı mühimmatı fırlatan ve geminin iki yanında bulunması gereken dörder füze kapasiteli iki ayrı sabit platform kullanıyorlar. Bu, bir Rus donanma standardı.
Ancak Caesar Kunikov (en azından o tarihte ve olaya konu geçişi yaparken) bu donanımdan yoksundu.
Mali sıkıntı içindeki Rus donanmasının, ellerinde onlarcası bulunan bu gemilerin hepsine sözü edilen platformları takamamış olması, çok şaşırtıcı bir sonuç değil.
O sırada Türkiye’yle ve özellikle de silahlı Selefi eylemcilerle Suriye’de başı belada olan Rusya, mümkündür ki daha önce almaya gerek görmediği bir önlemi işletsin ve Boğaz geçişi sırasında geminin (tahminen sivil uçaklarla gerçekleştirilebilecek intiharvari hava saldırılarına karşı) hava savunma sisteminin hazır bulunmasını şart koşan bir standart prosedür devreye girsin…
Ve yine mümkündür ki, öngörülen hava savunma sistemlerinden yoksun olan Kunikov’un kaptanı, devreye sokulan prosedüre uymak adına, bir denizcisini omuzunda manpad’i ile köprü üstünde nöbete diksin.
İşte nedeni ve niçinini ancak tahmin edebileceğimiz bu olay, aylar sonra PKK elinde ortaya çıkan manpad’in Rusya tarafından verildiğinin delili olarak kabul gördü ve servis edildi.
Bu aşamada manpad’lere dair birkaç cümle eklemek, konunun vahametini göstermek açısından ayrıca önemli.
Yaklaşık 1,5m uzunluğunda, içinde füzenin bulunduğu bir boruya takılı bir kabza ve yine yaklaşık o büyüklükteki birkaç portatif üniteden ibaret bu silah, rahatlıkla havaalanları yakınındaki kentsel bölgelere sokulabilir ve özellikle de kalkış aşamasındaki bir sivil yolcu uçağını hedefleyerek, yüzlerce canın yitirildiği bir terör saldırısında kullanılabilir.
Bu bakımdan, bu tür silahları üreten ülkeler, dolaşımları konusunda aşırı hassaslar. Zira kaçırılan tek bir manpad, Pandora’nın kutusunun açılmasına, benzeri silahların serbestçe dolaşmaya başlamasına ve tüm dünya üzerindeki sivil havacılığın durmasına kadar uzanabilecek bir krize sebep olabilir.
Elbette medya — ister Türk ister Rus medyası — her zamanki gibi sorumluluktan uzak çıkarımlarıyla gıdıklayıcı tezviratını sürdürüyor ve ne eksik bilgisini gidermeyi, ne de olaylara farklı açılardan bakmayı deniyor.
Sonuçta “savaş,” medyanın içine bodoslama daldığı, onu daha da içinden çıkılmaz hale getirecek egzantrik, sorumsuz yayınlara gayet uygun bir alan açıyor ve buna dur diyecek kimse bulunmuyor.
Not 1. “Peki PKK ve benzeri örgütler, üreticisi Rusya gibi ülkeler vermediyse bu silahları nereden buluyor” haklı sorusunun cevabı şöyle olmalı:
(1) Rusya’nın vermediği kesin değil. Konunun uzmanlarınca araştırılıp soruşturulması gerekiyor.
(2) SSCB dağıldıktan sonra birçok hassas Rus silahı depolardan çalınarak karaborsaya dağıldı; kaynak bu olabilir.
(3) Suriye ve Irak’ta birçok ordu deposu yağmalandı; süren savaşta da yine birçok silah zor yoluyla veya para karşılığı el değiştirdi. Bir diğer kaynak da bu olabilir.
(4) Üretici ülkelerden alan (İran, İsrail, Ermenistan, Azerbaycan, Suudi Arabistan vb) ikincil ülkelerin istihbarat servislerince, bu silahlar PKK’ya ulaştırılmış olabilir.
Not 2. “Manpad’ler şu aşamada, PKK elindeki miktarları ve kullanılma pratikleriyle endişelenecek bir seviyede olabilir mi” sorusunun da cevabı, yukarıda sayılan ele geçirme yöntemleriyle yakından ilintili.
Ancak illâ bir tahmin yürütmek gerekecekse şöyle denebilir: Olasılıkla örgütün elinde bunlardan çok sınırlı sayıda var ve etkili kullanıp kesin sonuç alabilecekleri yerler dışında devreye sokamıyorlar. Bunun ispatı da son savaşta, TSK tarafından birçok olayda gayet etkili biçimde kullanılan helikopterlerin, daha önceden ve engelleyici sıklıkla taciz edilmemeleri.