Ana SayfaYazarlarMehmet Özhaseki

Mehmet Özhaseki

Siyaset adıyla oynanan piyesi izliyoruz, ama beklenmedik iyi sürprizler de oluyor. Sarayın mı, partinin mi tercihidir? Bilmem… İşim değil, ilgilenecek vaktim yok. Piyesi ciddiye alıp akşamları saatlerce yorumlayanların işi. Önüme mevcut politikacı havuzu seçimim için konsa tereddütsüz ilk tercihim olacak kişi “Çevre ve Şehircilik” bakanı olurdu. Önce kendisine bu zorlu ve zahmetli görevinde başarı ve esenlik dileyerek başlamalıyız.

 

Kişilerin bakan dahi olsalar ekonomik yatırım ve siyaset tarzı gibi uzun vade işi eğilimlerin yönünü çeviremeyeceklerini bilecek yaşta-baştayım, iyimser olacak halim yok.

 

Onunla 2000’lerin ortalarında  tanışmış, başkanı olduğu Kayseri’nin sosyal hayatına yapılabilecek katkılar konusunda Bilgi’deki “Arama Konferansı” mahiyetli uzunca bir toplantıda tanışıp ertesinde Kayseri’de misafiri olup, gösteriş ve propaganda değil, sosyal fayda odaklı projelerini görüp kanaatlarımızı paylaşmıştık…  Yaşanıp /yönetilen kentin kondüsyonuyla sorunlarının üstelik, özenti sosyal bilim vs. jargonlarına da hiç başvurulmadan bu kadar berrak, gerçekçi, rasyonel ve amaca yönelik aktarıldığına akademik sunuşlar dışında hiç tanık olmamıştım. Toplantı ertesinde aramızda “Türkiye bu zihniyetlerle yönetilmiş olsa Protestan kapitalizmi rasyonalitesinin odağı Hollanda bile olabilirmiş.” diye konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kentin sanayi ve ticaret liderleriyle beraber Max Weber’in kapitalist birikimin kaynağı diye tanımladığı gösterişçi tüketim karşıtı tutumlu yaşam adabını değme sosyoloğa şapka çıkarttıracak berraklık ve netlikte, ve sosyal hayat zaaflarıyla birlikte anlatmışlardı. Zamanın üstüste en çok oy almış politikacısıydı ve ekonomik imkânları geniş olduğu kadar dayanışma ve hayırseverliğe yatkın  burjuvaya sahip bir kenti yönetiyordu. Yegâne kaygısının ciddi  siyasi destekle pekişmiş kaynak ve potansiyelleri iyi ve yerinde kullanmak olduğunu böbürlenip sıkmadan anlatmanın yolunu çoktan bulmuştu. Ayrıcalığını görgüsünden alan bir yöre insanydı.

 

Doğal ve yapılı çevremizin, böylesi bir görgüye en çok ihtiyacı olduğu zamanlardan geçiyoruz.

Neden? :

“Gün geçmiyor ki!..” diye başlardı 70’ler forumlarının ateşli kürsü konuşmaları. “….bir HES (Hidroelektrik santral) veya maden ocağı, otoyol, vs. yatırıma muhalif bir yöre halkının üzerine devletin asker-polis baskı aygıtları sürülmesin.”

Bir dilemma bu.

Anlatayım: 

Evler benim kuşağımın yaşam seyri içinde elektrikli aletlerle doldu. Yollar asfaltlandı.  Toprak yolun toz-toprağını yutmaya alışmış son kuşağa mensubum. Kaloriferli apartmanda büyümeyi de alışkanlık bellemiş ilk kuşak.

 Artık dönüşü yok. Burası elektrikli, asfalt yollu, banyo-mutfaklı-kaloriferli, yaşamın konforuna alışmış bir yer. Sokak lambalı, abdesthaneli, leğenli, tel-dolaplı, toprak yollu hayata dönemez. Eşikler çoktan aşıldı.  

https://www.serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/elektrik-ve-medeniyet-161172

 

 

Santrala otoyola karşı doğal çevresini koruyanlar da bunu özleyip, istemiyor. Üzerlerine bu hızla asker-polis sürülmeye devam edilirse iktidarın tehdit algısı perspektifine girmeyen medeniyet düşmanlığı odağı Işid’in etki alanına doğru itilseler de gitmeyecek olgunluktalar. 50’ler-60’lar Türkiye’nin hem sermaye sınıfınlarını hem de mavi ve beyaz yakalı modern sözleşmeli/ücretli emekçi sınıflarını yarattığı yıllardı. Elektriklenme ve asfaltlanmanın bu aralığa denk gelmesi de tesadüf değildi. Tıpkı sanayileşmenin beyingücünü oluşturacak teknokrat topluluğu mühendisleri yetiştirecek İTÜ’nün de  40’larda İstanbul’un yeni merkezi Taksim odaklı Maçka vadisi kışlalarına yerleştirilmesi gibi. İstanbul Üniversitesi’nin eski İstanbul’un odağı  Beyazıt’ta konumlanması gibi İTÜ de Prost planıyla iki yakanın birden odağına dönüşen Taksim çevresine yerleşmiş oldu.  Sanayinin motoru olacak gençler kentin yeni merkezine yerleşti. 50’lerde Ankara’da kurulan ODTÜ’nün yeni soluğu da işin Doğu-Marmara’yla sınırlı olmadığının kanıtıydı.

 

 

Menderes’in iskân odaklı “Her mahalleye bir milyoner.” deyişi kendi tarihsel misyonunu yanlış okumasının sonucuydu. Çünkü ithal-ikameci koruyucu duvarları, yatırımları, ihaleleri ve ünivarsiteleriyle Türkiye mahalle değil, sektör esaslı milyonerlerin üreyeceği bir yolda ilerliyordu. Tarihsel seyri ve misyonunu doğru okuyup, “Her sektöre 5-10 milyoner.” dedirtecek  bir zihin açıklığı olsa, belki o açıklık kendisiyle birlikte Türkiye’nin de şuursuz karanlığı askeri darbeleri daha başından frenleyecek adımlar anlamına da gelecek; hala tartışmaktan kurtulamadığımız yasama, yürütme, yargının işlevleri; devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının işlerliği gibi kurumsal statülerin yerli yerine oturmasına hizmet ettiği ölçüde kendisi ve içinde bulunduğu sağ cenah kadar, hatta daha ziyade bir bütün olarak devlete ve devletle militer güçleri karşısındaki kararsız kafa karışıklığıyla bahtsız solun geleceğine hayrı dokunmuş olacaktı.

 

 

Kendi tercihi köylü şivesine ve çobanlığına takılıp kalınmış Demirel, herhalde  İTÜ tahsili ve Devlet Su İşleri kariyeriyle ilgisiz olmayan şekilde bu seyri daha yerli-yerinde okuyup adını “mamur ve müreffeh Türkiye” koyunca “Türkiye’nin mimarı” statüsüne yükselip, biri geçici, öteki kalıcı iki darbeyle ödeyerek atlatıyordu devlet kurucuların öngördüğü seyrin makasını değiştirenlerin halefi olmanın bedelini.

 

Tanzimat ve Cumhuriyetin ıskaladığı kapitalist sanayileşme  atağının mekânı Doğu Marmara’ya dönüp Özhaseki’nin bakanlığının konularıyla yeni bakanının profilinde bir politikacıdan beklenebilecek sosyal-siyasal misyonla bitireceğim. Sanayi eksenli kapitalistleşme İstanbul-İzmit (hatta Sakarya)-Bursa; üçgeni içinde bir yandan sermaye birikimini öte yandan da emekçi eksenli nüfus yoğunlaşmasını beraberinde getiriyor. Avrupa’da Ruhr, Amerika’da İllinois ve Los Angeles örnekleri gibi sanayi ve iş merkezleri ile birbirine eklemli kesintisiz sınıf esaslı iskân bölgeleriyle bu üçgen neredeyse yekpare bir metropolitan yoğunlaşma peyzajına  dönüşüyordu.

 

 

O nedenle yeni Körfez köprüsünü hızlı bir İstanbul-İzmir bağlantısından ziyade Doğu Marmara otoyollarının Boğaz köprülerinden sonraki 4. çevreyolu eklemi diye görmek gerekir. Hatta 3. ve 2. köprüden farklı olarak ihtiyaç karşılığı diye değerlendirilebilir. 2. ve 3. köprü, Özal ve Erdoğan’ın güç tescili eser kaprisleriyse Körfez köprüsü, Doğu Marmara’nın sanayi, iş ve iskân merkezlerinin akıcılık ihtiyacının karşılığı diye de görülüp meşru sayılabilir.

 

Kanıt değilse de bir işaret: Standartları kadar özenli, bütüncül ve iddialı tasarımıyla da otoyol kenarındaki Gebze Workinn oteli:  Ne işi var orada? Teşvikiye’de, Taksim, Zincirlikuyu veya Pera’da hatta rahatlıkla Boğaz’da konumlanacak standartlarıyla ne işi var bu merkezlerin 70-80 km uzağındaki kayıp  otoyol kıyısında? Cevabını mimarından dinlemiştim; Türkiye ve/ya dışından o civarların iri sanayi kuruluşlarıyla KOBİ’leri örüntüsünde iş takibine gelip, İstanbul merkezi cazibesi uğruna 100 km civarı mesafelerde konaklamayı tercih etmeyenleri hedefliyormuş. İstanbul ile İzmit’e eşit mesafede, yeni köprü ve otoyolla Bursa’ya da… Orada business standartta konaklayıp, ayrı şehirler diye kodlanmış üçgen içinde cirit atarak agresif tempoda iş çevirmek mümkün, hatta Pera-Taksim-Levent üçgeninde konaklamaktan daha bile makul ve akılcı.

 

 

İstanbul metropolitan alanının görece seyrek Batısı Trakya’ya değil, Doğu tarafındaki Anadolu’ya doğru çekildiğinin somut kanıtları da var. Zamanında kentlere uzak diye  Marmara sahiline yerleşmiş Kartal-Maltepe sanayi bölgesi, çevreyollarından sonra kent merkezleriyle arasındaki mesafenin kapanmış olduğu yerinde ve haklı  tespitiyle İstanbul Metropolitan Planlama (İMP) ofisinin kurucu başkanı tecrübeli plancı Hüseyin Kaptan’ın öngörü ve inisiyatifiyle uluslararası bir yarışmaya açılmanın ertesinde kısa zamanda iş merkezine dönüştürülüp teknik terimi rant olan bir ekonomik artığın kaynağı kılındı. On yıl gibi bu ölçekte kentsel operasyonlar için kısa sayılacak bir sürede üstteki haritada belirgin olarak görüleceği gibi çevreyolları  düğümlerinde öbeklenmiş iş merkezlerinin en büyüğü ve kapasitelisi oldu. Başlıca sorunu yarışmayı kazanan  Zaha Hadid projesinin bölgenin tamamı için çevrenin geometri kaçkını düzensizliğiyle gerekçelendirilmiş şekilde kendi özgül stili akışkan hatlı, eğrisel çizgilerle kurgulanmış bir imar şeklini  öngörmesiydi.

 

 

Türkiye’nin mimari proje birikimi tekil üretimler ölçeğinde böyle projelere kalkışacak kapasitelere sahip olsa da, inşaat sektörünün alışkanlıkları kadar prosedürel mevzuatları da Hadid’in kağıda her ölçekte ustalıkla çizdiği hatları asgari bir disiplinle uygulatmaya elverişli olmadığından çevrenin karakteri onun çizdiği şekilde oluşmadı.

 

 

Mimari disiplinin araçlarıyla üretilmiş bir ortogonalite karşıtlığı yapı üretiminin disiplinsizliğinden kaynaklanmış bir düzensizlik ile sahada ilişkiye sokulduğunda ortaya çıkacak olanın önceden kestirilemeyeceği yeniden kanıtlanmış oldu.

 

 

Esasen bu deneyim Türkiye ve inşaat sektöründen öte çağdaş mimarlığın kondüsyonu hakkında şeyler de söylüyordu. Rem Koolhaas tarafından sıkça vurgulandığı şekliyle global ölçekteki  çağdaş mimarlığın, azgınlaşmış gayrımenkul sektörü faaliyetleri içinde kendine özgül hareket alanı açacak teorik ve pratik kapasiteler üretmekte zorlanmasının da işaretlerinden biriydi bu sonuç.

 

 

Filozof mucidi Jacques Derrida’nın elinde bir düşünce ve metin çözümleme aracı olan Deconstruction önce mimarlık disiplininin başa çıkamadığı, aklın ölçülerinin buyruğundan taşmış gerçekliklerle entellektüel bir temas imkânı gibi gözüktüyse de mimarlık camiasına deklare edileceği 1988’deki moMa sergisi aracılığıyla alelacele düşünsel birikim ve ifade kaynağı felsefeyle edebiyattan ve de esas malzemesi metin[text]’in dolayımından kopartılıp başındaki “de-” ekinin çağrışımına indirgenip ortogonalite karşıtı şekilcilik olarak frapan heveslerle mimariye taşınınca mümkün potansiyellerini daha  başından yitirmişti. Kartal deneyimi, akışkan hatlı stiliyle aynı torbaya konmuş Hadid’in yarışma başarısına rağmen, 20 yıl ertesinde yeni bir hayal kırıklığı diye de yorumlanabilir.

 

 

Konumuz ne Kartal ne de mimarlık…

 

Özhaseki’nin bakanlığına gelince:

 

Önce bıraktığımız yere mekansal yapısına da baktığımız ve bizi elektriğe, banyosu-mutfağı-kaloriferiyle apartmana, asfalta kavuşturmuş, müreffeh Türkiyeyi mümkün kılmış Doğu Marmara’nın ekonomik/teknolojik/örgütsel performansının ne ölçüde siyaset kültürü ölçüsü sayılabileceğine bakalım…

 

Ciddi problemler var: Dünyada fiziki çevre kalitesiyle standardını özel ve kamusal alanlarda yükseltmek üzere denenip makul sonuç alınmış bunca uygulama dururken, içinde yaşayanlara yerinden edilip sürgün edilme deneyimi olarak yaşatılan; işin erbabı profesyonellerini de teknik ve estetik özellikleriyle bu kadar rahatsız eden bir imar siyasetinin bu denli kayıtsızca sürdürülmesi; bunca yıllık deneyimle uyumlu bir siyasi birikim edinilemediğine işaret ediyor. Konut piyasasını regüle etme ve sosyal politika işlevli bir kurum olması beklenecek TOKİ’nin başlıbaşına bir sosyal  sorun kaynağı haline gelmiş olması bile ciddi problem olduğunun yeterli kanıtı değil midir?

 

Zurnanın zırt dediği yer olan saraya gelince; imar mevzuatına aykırılığı veya maliyeti bakımlarından eleştirisine dahi tahammülüm yok: Çünkü derecesi ne olursa olsun konuşmaya başlamak sindirmeye de başlamanın merhalesi gibi gözüküyor. Oysa çok eski ve uzak değil, duvarın yıkıldığı 90’lar ertesinde devlet erkanının ikide bir gidip geldiği Berlin’i yeniden başkent yapmak üzere Spreebogen [Spree kıvrımı] denen o malum Reichstag parlamento binası arkasındaki bölgede zincirleme bakanlık ofisleri eşliğinde devleti yeniden inşa edecek kapasitede bir ofis stoğu inşa edilmişken, değil geç Ortaçağın Barok Versailles’ı antik akropollerin bile öncesinin Babil efsaneleri misali iriliği, kentten kopukluğu ve içine kapalılık çağrışımıyla Aksaray namlı kompleksin yapılmasını içe sindirmiş bir toplum olmak, yaşanmış bunca deneyimin beyhudeliğinin gözümüze batırılmasına rızadan öte bir anlama gelmiyor. Dolayısıyla geçelim, yasayı israfı;  “Boşuna yaşadınız..” diyor hergün bize o saray: “50-100 yıldır yaşadıklarınızın hiçbir anlamı ve karşılığı yoktu!..”

 

 

Öte yandan sadece Bizans değil, Osmanlı İstanbulu da demek olan Tarihi Yarımada’nın en iri-kıyım parçası olarak Marmara kıyısı Yenikapı’ya ite-kaka yerleştirilmiş milyonluk gösteri alanı; 15, 16 Haziran’70’te başlayıp darbelerle dahi sindirilememiş Doğu Marmara’nın emekçi sınıf kendilik bilincine nazire yaparak haddini bildirme girişimiydi. Saray Türkiye’nin tamamına had bildirme ise; Yenikapı miting alanı da Doğu Marmara’nın emekçi sınıflarına meydan okumaydı. Sembol bellediğiniz Taksim’i yokeder, misliyle büyüğünü sadece boşluk olarak eski kentin Marmara’ya bitiştiği çizgiye dayar, kazandığımız seçimlerin nicelik yekunu diye kazınmış hafızalarınıza fatura ederiz! 

 

Tesadüf değil, dizginsiz iktidarlar boşluğu-sever. Paris’i modern kentlerin rol modeli yapan operasyonların öncüsü; tarihe despotluğuyla geçmiş 14. Louis, 17.yüzyılda yeniden inşa ederken haritadaki 3 boşluk ile şekillendirmişti koskoca Paris’i. 200 yıl sonra 3. Napolyon bu boşlukları iri bulvarlarla bütün kente yaydı.

 

 

Görgü görmekten türeme bir sözcük; görmüş, deneyimlemiş olmaya atıf yapıyor. Yeni bakanın bana tok, olgun ve görgülü mesajlar vermiş hayat ve siyaset tecrübesinin vaadi sert ve frapan çıkışlar değil, izlenimini edindiğim tecrübesiyle verecebileceği “..Hayır boşuna yaşamadık! Pekala da bunca yaşanmışlıktan arda kalmış bir birikimimiz var!.. ” mesajı olabilir ancak ki, tam da ihtiyacımız olan bu… Evet, alıştıkları doğayı yitirmemek uğruna  HES’e, taş/maden ocağına, otoyola direnen o köylüler ve kentli aktivistler makina-kırıcı değil, eski zamanları özlemiyor demiştim. Yaşanan zamanın anlamı olacağının güvencesini istiyorlar sadece, ekonomik ve/ya siyasi bir yatırıma değil, ihtiyaçlarının kayda alındığına dair insani bir imâya ihtiyaçları var.

 

 

 

 

 

- Advertisment -