‘İnsan sadece kalbiyle görebilir. Aslolan, göze görünmez’ der St. Exupery, Küçük Prens’te. Kasım seçimlerinin sonuçları önceden hiçbir göze görünmedi. Ancak kalbiyle görebilen halk, bu seçimde muhafaza etmesi gereken bir memleket, üzerine titizlenmesi gereken bir yurt olduğunu derin vicdanıyla hissetti ve o yurdu kocaman kalbiyle koruma altına aldı. O hakir görülen, politik bir bilinci olmadığına seçkinlerin neredeyse emin bulunduğu sıradan insan, Türkiye'de bir kez daha siyasetin önünü açtı, onu şekillendirdi. Ona ufuk ve görev tayin etti. Gözün değil kalbin gördüğünü gösterdi. Çünkü buhran zamanları, sağduyu ve kolektif bilincin ortak bir akılla kendi varlığını korumaya yöneldiği zamanlardır. Millet böylesi zamanlarda yekpare bir organizma gibi davranarak hayatiyetini sağlayacak kaynaklara yönelir, toprağı, suyu ve ışığı nerede görüyorsa gövdesini oraya yaslar. Birlikten dirlik doğar. İnsanlar, bir araya geldiklerinde, kimileyin içlerindeki en zeki kişilerden çok daha zeki ve bilgece davranabilirler.Şahsen ben bu oy sıçramasının bir siyasi partinin program ve söylemlerini aşan psikolojik bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu toplumsal dalga, bir duygusal/ruhsal zeminde yükseldiği ve adeta bir refleks gibi ortaya çıktığı için, önden görülemedi.
Fazlasıyla bireyci olmakla eleştirilen bir çağda, kalabalığın yargısının bir bilgelik içerdiğini söylemek tuhaf gelebilir. Kalabalıklar kolektif kararlarında kimileyin çok doğru, kimileyin de felaket ölçüsünde yanlış hükümlere varabilirler. James Surowiecki, Kalabalıkların Bilgeliği / The Wisdom of the Crowds adlı kitabında, grup yargılarının kimi zaman nasıl şaşırtıcı ölçüde iyi olduğunu tartışır. İyi bir kalabalık yargısı için gerekli olan en önemli şey, insanların kararlarının birbirinden bağımsız ortaya çıkmasıdır. Eğer insanlar birbirlerinin tahminlerinden etkilenirlerse, doğru bir hükmün ortaya çıkma şansı da azalacaktır. İnsanlar birbirlerinden etkilendikleri zaman, sürüden ayrı düşmeme psikolojisi ön plana çıkar ve ortak karara varma arzusu, doğru karara varmanın yerine geçebilir. Başka insanlarla hemfikir olmaya gayret ettiğimiz ve kendi fikrimizi gizlediğimiz ölçüde, doğruluktan uzaklaşabiliyoruz. Psikoloji sahasında yapılan pek çok araştırma, birbirinden çok farklı düşünen bireylerden oluşan problem çözücülerin, bir araya geldiklerinde en iyi problem çözen insanlardan çok daha iyi bir kolektif tahminde bulunabileceklerini gösteriyor. Yani kararlarının ortalaması alındığında, farklı zihinler, uzman zihinlerden çok daha doğru yargılara varıyorlar. Dolayısıyla kalabalığı kimin teşkil ettiği ve onların birbirlerinin fikirlerinden ne derecede uzaklaşabildikleri, onlara gerçek bir bilgelik atfetmekte hayati bir önem taşıyor. Peki uzmanlar neden yeterince akıllı değil? Çünkü uzmanlar birbirlerine benziyor, benzeş şekillerde düşünüyor ve bu yüzden de düşünce çeşitliliğini en üst düzeyde yansıtmıyorlar. Farklı fikirlerin kendilerine meydan okumasına müsaade etmedikleri için, bir süre sonra uylaşım (conformity) ve tarafgirlik tuzağına düşüyorlar. İnsanlar sürüleşme temayülü gösterdikleri için, hür ve bağımsız kanaatlere varmak çetin ceviz bir iş. Bizden önceki insanları kör bir biçimde taklit etmeyi, onların muhakemesini sorgulamaya tercih ediyoruz. Ama buhran zamanlarında ekseriyetin bilgeliği sökün eder, bir kutup yıldızı gibi toplumun istikametini aydınlatır.
Türkiye’de beş ay içinde seçmen davranışında görülen bu büyük değişiklik, insanların ülkenin içinde bulunduğu durumu bir varlık ve yokluk meselesi olarak algılamasıyla alakalı olabilir. Her türlü ruhsal travma bir yok olma endişesini tetikler ve bu endişe hayatta kalma, kendini koruma ve güvenlik arayışlarıyla teskin edilmeyi bekler. Yok olma endişesi, var olan bir tehdit veya yakında olması beklenen bir felaket hissiyatı üzerine temellenir. Bu deneyimde insan veya grup, önleyemeyeceği bu tehlike ile karşılaşınca yaşayacağı çaresizlik duygusunu önceden yaşamaya başlar. Yok olmayı sadece fiziksel bir tehdit olarak algılamamak gerekir. Yok olma endişesi, bir insan/grup olarak duyulmama ve bir hayalet gibi toplum içinde görünmez olma korkusunu da içinde barındırır. İhtiyaçlarının giderilmemesi, kendine ait bir sesi olmaması, çevresine etki gösterememesi, fark edilecek kadar önemli olmaması gibi şeyler, insanların/toplumların ruhsal yok olma endişesini temsil eder.
Bana öyle geliyor ki, insanımız son dönemde yaşanan politik buhranı elindeki son vatanı kaybedebileceğinin bir işareti olarak okumuş ve kalabalığın bilgeliği, o vatanı korumak yönünde tezahür etmiştir. Vatan önünde sonunda bir güvenlik duygusudur. Vatan orada olduğunuz için kimsenin sizi aşağılayamayacağı, aş ve işinizi gönül huzuru ile temin edeceğiniz, başınız dara düştüğünde istimdat edeceğiniz birilerinin muhakkak bulunabileceği o emin beldedir. ‘İnsan ancak nedensiz olgularla karşılaşmayı beklemediği; tümüyle yabancı bir şeylerden korkmadığı yerde kendini güvenli hisseder’ diye yazar Jean Amery, ‘yurdunda yaşamak demek, zaten bildiğimiz şeylerin, gözümüzün önünde, küçük değişikliklerle tekrar tekrar cereyan etmesi demektir.’ Yurdunda yaşamak geçmiş ve geleceğe aşina olmak demektir. Hayatın olağan akışında büyük kırılmalar olduğunda geleceğimizin gasp edilebileceği yönünde kaygılanırız. Politik kaos insanların elinde olanları kaybedebileceği endişesini tetikler. Son dönemde artan PKK ve IŞİD terörizmi insanımızda gelecekle ilgili yoğun bir belirsizlik duygusu oluşturdu. Yanı başımızdaki Suriye’nin bir vatan olmaktan çıkışı ve daha beş sene öncesine kadar işinde gücünde olan insanların yeni bir vatan arayışı için göç yollarına düşmesi,sahile vuran çocuk bedenleri ve benzeri acımasız onlarca sahne, bu algımızı pekiştirdi. Türkiye insanı, terör ve politik buhranla birlikte yurdunu kaybetme endişesini iliklerine kadar yaşadı.
Bizim insanımızda kuvvetli bir yurt bilinci var. Yurt hasreti ve yurt ağrısı, bizi biz kılar, türkülerimize, dertlerimize siner. Biz köksüz insanlar değiliz. Özleyecek bir yurdu, üzerine titizlenecek bir ocağı olan insanlarız. Yıllar önce Hollanda’ya bir konuşma için gittiğimde oradaki bir Türk işçi bana saatini göstermişti. Demişti ki, “Yirmi yıldır gurbetteyim ve yirmi yıldır saatim Türkiye saatini gösterir”. Onun için Türkiye saatini gösteren bir saatle yaşamak, memleketiyle kurduğu bir ruh bağıydı. O saate her bakış, memlekete dönmenin sevincini içinde taşır. O saat sevdiklerinin zamanında yaşamayı mümkün kılar. Almanya’da yaşayan Türklerin göçlerinin ilk dönemlerinde sık sık tren istasyonlarını ziyaret ettiğini duymuştum bir seferinde. İnsan tatil günlerinde neden bir tren istasyonunu ziyaret eder ki? İşte bu da yurt hasretinin veya yurt ağrısının semptomlarından birisidir. Memleketinden onu gurbet ele getiren trenin kalktığı yer orasıdır, dolayısıyla o istasyonun öbür ucunda memleket durmaktadır. İstasyonu ziyaret etmek tıpkı memleketi ziyaret etmek gibidir. Bir tür daüssıla.
Milletimizin kolektif bilinçaltında yurdunu korumak, kendine yurt bellediği yeri muhafaza etmek yönünde kuvvetli bir dürtü var. Memleket meselesi bizim için önemlidir. O yüzden kendi memleketimizin dertleriyle çok dertleniriz. O yüzden kendi kaderimizi bu ülkenin kaderinin ta içine yerleştiririz. Bu ülkenin yerlileri, kendilerine gidecek başka bir vatan bulmamış insanlardır. Yerlilik dünyanın neresinde olursanız olun ruhunuzun anayurdunuzun dertlerine, saatinizi memleketin saatine ayarlamak demektir. Başka hiçbir vatanda tam manasıyla mesut olamamak, bu ülkenin derdini, kokusunu, yemeğini, gürültüsünü, kaosunu özlemek demektir. Ruhunuza ezan sesi değmediğinde kendini öksüz, kimsesiz ve tenha hissetmek demektir.
Yokluk tehdidi, varlığın bütün imkanlarını seferber eder. Ve insanlar bir araya geldiklerinde ürettikleri o kolektif vicdan ve akılla kendilerini esenlik sahiline vardıracak, yurtlarını emniyet altına alacak bir ortak karara varırlar. Milletlerin bir ruhu vardır. Bizim milletimizin ruhu köklerindedir. Ben bu beş ayda görülen değişimin; parti program ve propagandalarını aşan, vaat ve ekonomik beklentilerin çok üzerinde, olağandışı bir duyguyu yansıttığını düşünüyorum. Milletin ortak kararı bambaşka bir siyasi partide de tecelli edebilirdi. İnsanlar, ekseriyetle oy verdikleri partiye bu vatanı korumak ve ruhların sükuna ermesini sağlamak için, çok büyük bir mesuliyet yüklediler. Memleket meselesi sonunda insanların tercihini belirleyen ana etken oldu. İnsanlar, sözün özü, bu seçimde bir partiden çok bir duyguya oy verdiler. Vatana sahip çıkma duygusuna. Ben bu millete ve bu bilgeliğe saygı duyuyorum. Türkiye’nin kadim bilgeliği, memleketin en büyük mesele olabilmesindedir.