Memleketteki demokrasiyi Ahmet Muhip Dranas’ın ‘Fahriye Abla’ şiirine benzetirim nedense. Hem ne der şair “Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin; Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla. Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!” Ulaşamayacağın, ulaştığında da kendine göre biçimlendireceğin bir oyundur demokrasi. Bu oyunda yüksek siyasete bakmak olmazsa olmaz olduğundan aşağıda neler olur biter kimse görmez, göremez. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi verdiklerini söyleyen insanların ‘Balans’ ayarı için iç çekerek askeri darbeleri özledikleri günlerde aşağıdakilerin demokrasisini kendi deneyim ve gözlerimden yola çıkarak birkaç yazı halinde yazmaya çalışacağım. Yazının başlığını “Namlunun ucundaki demokrasi” mi koymalıyım bilemedim şimdi.
Bir zamanlar Türkiye’de devlet dedin mi akla ilk önce onun memuru gelirdi… Devlet kapısına işin düştüğünde her sade vatandaş gibi memurun karşısında el pençe divan duracak, sorgulamayacaktın. “Bu insanlar bizim vergilerimizle buradalar ve bize hizmet için varlar” diye düşünsen de kafaya bir şaplak atıp “Uç, git kötü düşünceler” demek her sıradan vatandaşın anayasasıydı. O anayasa her dönem tartışılan ve sıradan bir vatandaşın asla içine bakmadığı, gerçekten de okumanın hiçbir işine yaramadığı anayasaya benzemezdi. Devlet kapısına işin düştüğünde işin görülene kadar “Ayıya dayı diyeceksin” kuralı demokrasimizin olmazsa olmazıydı. Gerisi teferruat…
Devlet kapısında sıradan bir işini görebilmek için bir lafı geçen (torpil yapacak) ‘dayı’nın arandığı demokrasi günlerinde, bir yaz sıcağında kaybettiğim nüfus cüzdanımı çıkarmak için Kadıköy Nüfus Müdürlüğü’ne yolum düşmüştü. (Aslında bu işi başka yöntemlerle halledebilirdim. Gazeteciydim ki bu memlekette gazeteciler her daim imtiyazlı bir sınıfta yer alıyordu. Hele böyle bürokratik işlerde kapılar açılıyordu. Kapıları açacak ‘dayılara’ hep yakındır gazeteciler. Gazetecilerin kendilerinin önemli bir meslek yaptıklarına inanması çokça da bu yüzdendir…)
2000 yılının sıcak bir yaz ayıydı. Nüfus müdürlüğünde evraklarımla birlikte kuyruğa girdim. 15-20 dakika sonra sıram gelip işlemlerimi yaptırınca, memure bodrum katta faks çekmemi söyledi. Nüfusa kayıt olduğum yer Rize olduğu için faks çekmem lazımmış, aksi halde kafa kağıdı çıkarabilmem için 2-3 ay beklemem lazımmış diye eklemeyi unutmadan… İndim girişe, kalabalıktı, önümde en az 50 kişi vardı. Havasız bir yer, kuyrukta bebesiyle gelmiş anneler, yaşlılar, gençler ne ararsan vardı. Yaz sıcağında ter kokusunun havaya karıştığı bir ortamda bir saatten fazla bekledikten sonra sıra bana geldi. Şimdinin parasıyla 10 yıllık harcı dahil pasaport çıkaracak kadar bayağı iyi bir parayı memureye verdikten sonra, faksı çektim. O para da zaten devletin kasasına değil Nüfus Memurlarını Güçlendirme Vakfı’na gidiyordu. Kısaca devletin akılı memurları işini bilmiş, özel sektöre adımını atmıştı. Faksı çektikten sonra kadın yüzüme bakmadan “15 gün sonra gel…” dedi. Bu cevaba karşılık “Niye 15 gün, bu kadar para verdim, bunun için mi” diye sordum kadına. Bu sorudan sonra film koptu, benim demokrasi ile ilgili hikayem de o zaman başladı…
“Neden 15 gün?” diye sorumu tekrarlayınca kadın agresifleşti, “git başımdan” dedi. Tartışma devam edince sıradakiler homurdanmaya başladı. Ne de olsa kişisel ‘demokrasi’ mücadelemi verirken saatlerdir sırada bekleyen insanlar homurdanmaya başladı. Homurdanmalar üzerine geri çekildim. Demokrasi mücadelemde ilk darbeyi kuyrukdaşlarımdan yemiş oldum böylece…
Ama bu işi burada bırakmamaya kararlıydım. Serde Karadenizlilik var, elim ayağım boşalmış, ellerim titriyordu. Her uslu çocuk gibi kapıdan çıkmak yerine iki üst katta bulunan müdürün odasına çıktım. Kapısı açıktı, içeri daldım ve aşağıda yaşadığım olayı müdüre hanıma anlatmaya başladım. Müdüre Hanım kafasını kaldırdı, bana baktı ve azarlar bir ses tonuyla “ Sen… Nasıl duruyorsun karşımda, bir de konuşuyorsun” dedi. Kısa bir şok yaşadıktan sonra “Fermuarım açık her halde” diye düşündüm, yok açıkta bir şey yoktu normal bir duruş işte… “Nasıl duracaktım anlamadım hanımefendi” dedim. “Elin cebinde benimle konuşmaya nasıl cüret edersin” dedi sesini yükselterek… (Elim sinirden titrediği için bir elimi cebime sokmuştum o sırada… )
“El benim cep benim, bundan size ne” dedim öfkeli bir ses tonuyla… Kadın böyle bir cevap beklemiyordu ki sustu. Şaşkındı bakışları. Ben de geri dönüp çıktım odadan. Sokağa inip hızlı adımlarla yürürken beynime oksijen geldi, hak verdim müdüreye… Haklıydı. Devletin karşısında eli cebinde durmak affedilmez bir hataydı. Utandım. Geri dönüp devletimden özür dileyecektim ama o hızla denize ulaşmıştım. Devletime ‘saygısızlıktan’ dolayı gecikmiş bir özür borcum var, buradan diliyorum!
Bir yerlerde ise yüksek demokrasi kavgası vardı. İlk dört maddesi her daim değiştirilemez, değiştirilmesi düşünülse bile teklif edilemez, askeri postalla yazılmış, kutsal demokrasi kitabımız Anayasa’yı, Cumhurbaşkanı Bakanlar Kurulu’nun önüne fırlatıyordu. Bu demokrasi dersi sayesinde ülke bir günde dört kat daha fakirleşirken, birileri zenginliğine zenginlik katıyordu…
Not: Bir sonraki demokrasi yolculuğumuza belediyelerdeki yönetim anlayışıyla insana değerli olduğunu hissettiren Refah Partisi’nin ‘Sol’ kaburgasından çıkan AK Parti’nin demokrasi serüvenini sıradan insanların gözünden yazmaya çalışacağım. “AK Parti devletleşiyor mu?” sorusunun cevabını yükseklerde değil, aşağılarda aramaya devam…