Avrupa futbol Şampiyonası vesilesiyle Türk Milli Takımı'na sponsor olan firmalar bizleri reklam manyağı yaptı. Bunların içinde dikkatimi en çok çeken milli takımın 11 oyuncudan değil, 78 milyondan kurulu olduğunu anlatan reklamdı. Tek kanallı günler aklıma geldi o reklamı izleyince; televizyona çıkan tartışmacılar sıkışınca klişe söze başvururlardı: “50 milyon bizi izliyor…” Nüfus 28 milyon artsa da binlerce kanala ulaşsak da değişen bir şey yok bizim cenahta…
Gerçekçi bir reklam aslında; ahali olarak her şeyi son dakikaya bırakmayı, zora düşmeden işi kolay yoldan halletmeyi sevmiyoruz. İlla yumurta kapıya dayanacak. Böyle insanların yaşadığı memleketin milli takımı da öyle olacaktı haliyle. Dün gazetede çalışanlar arasında mini bir anket yaptım maç öncesi. Çalışanların yarıdan çoğu maçı iki ya da daha farklı sonuçla kazanacağımızı söyledi. Oysa, takımın oynadığı oyun ortadaydı ve rakip futbol ekolü olan Çek Cumhuriyeti’ydi. Bu iyimserliğe hayret etmiştim, memleketin takımının bireyleri zorun oyunu bozacağını hissetmişlerdi. Onlar kazandı, ben kaybettim…
Maça gelince; turnuvada oynadığımız ilk iki maçtan farklı olarak üç önemli değişikle sahaya çıktı milli takım. İleride Volkan Şen, Emre Mor ve sol bekte İsmail Köybaşı. Bu üç değişiklik takımın oyununu tamamen değiştirdi. Topu ileriye taşıdık, pozisyon bulduk ve belki bizim turnuvaya devam edeceğimizi sağlayacak sonuç aldık.
Burada Emre Mor’a ayrı bir paragraf açmak lazım, ilk golde Arda’nın pasıyla kanattan bir ok gibi fırlayışı, topu taşıyışı ve sonrasında ceza alanına hareketlenen Burak’ın önüne görerek bırakışı tek kelimeyle muhteşemdi. 10. dakikada Burak’a attırdığı golün dışında topu ayağına alışı, onunla hızlanışı gerçekten insanın kalbinin çarpıntısını birkaç kat artırıyor. Uzun zamandır yeşil sahalarda böyle heyecan veren genç bir yetenek görmedim.18 yaşında gittiği Dortmunt’un genç yeteneklerin yıldızlaştığı bir yer olduğunu düşünürsek Emre, dünya futbolunun birkaç yıla kalmadan en önemli yıldızlarından biri olur. Böyle bir yeteneğin bizde olması büyük şans, kazandıranlara teşekkürler…
Dün gece bir üst tura çıkmamızı sağlayacak (bugün oynanacak maç sonuçlarına bağlı) skoru almış olsak da öyle rakibi ezen ahım şahım futbol oynamadık. Çekler de alırdı bu maçı. Attığımız ilk golden sonra durduk. Çekler, topları direkten dönen, kalede Volkan’ın devleştiği pozisyonlar buldular. Takımın en iyi oyuncusunun Volkan Babacan olduğu bir maçta ikinci yarı daha az pozisyon verip bir de gol bulduk. İkinci golü atanın ilk iki maçta en çok eleştirilen, saçıyla başıyla alay edilen linç edilmeye kalkılan Ozan Tufan’ın olması futbolun ilahi adaletinden başka bir şey değildi. İlahi güç, “Ben buradayım, böyle genç bir adam elinizde linç edilemez” dedi bir şekilde…
Bütün ülkeyi hayal kırıklığına uğratıp, futboldan soğutma noktasına getiren Hırvatistan ve İspanya’ya yenilmemiz değildi. Rahatsızlık verici olan bu bizden daha kaliteli iki takıma yenilmemiz değil, sahada hiçbir varlık gösteremememizdi. Daha önce oynadığımız iki maç sonunda oyuncularımız maç kazanmanın karizmayla değil, takım halinde sahada ter dökerek, emek harcayarak olacağını öğrendiler. Bunun gereklerini yerine getirdiler. Bu maçı kaybedebilir, berabere de bitirebilirlerdi. Ama takım olduklarını hatırladılar, burada güzel olan bu.
Hırvatistan maçından sonra milli takımın sıra dışı bir takım olduğunu söyleyip, üç maç sonunda bavulları toplayıp ülkeye dönebileceğini de finale yürüyebileceğimizi de söylemiştim. Şimdilik bavullar yarı açık, bu akşam yine rakiplerimizin oynayacağı maçlara kaldık. Ahali, elde kalem kağıt, matematik profösörü kesildi. Olasılık hesapları yapıyoruz. Her şeyi bir tarafa bırakıp akşamı bekleyelim. Turnuvada yürürsek en azından bir yarı final bekliyorum. Son sözü Fatih Terim’e bırakalım: “Türkiye için turnuva yeni başladı…”