Bir bitkinin günden güne büyümesini fark edememeye benzer biçimde, toplumsal bilinç de, toplum içinde yaşayanların yaşarken fark edemeyecekleri kadar yavaş fakat kesin bir değişim geçirir.
Bir zamanlar yadırgamadan gündelik hayatımızın parçası kıldığımız şeyleri bügünkü algımızla değerlendirdiğimizde kabul edilemez buluruz; işte aradaki bu büyük fark, içinde yaşarken fark edemediğimiz değişimin gücünü gösterir.
Şehirlerin mezar taşlarıyla (gökdelenler) dolup kent haline gelmesinden sonra, insanlar neyi kaybettiklerini nihayet idrak edip daha fazla ağaç, park, yeşil alan talepleriyle politik arenaya çıkınca, siyasetçiler de bu taleplere bîgâne kalamayacaklarını anladılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, başta İstanbul olmak üzere çeşitli kentlerde dev yeşil alanlardan oluşacak ‘millet bahçeleri’ni ‘en büyük müjdemiz’ diye Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) seçim beyannamesine alması, bu talebin gücünü bir kez daha ortaya koydu.
Hiç kuşku duymayın: Toplumda, parti oylarını doğrudan etkileyecek böyle güçlü bir talep olmasaydı, alternatifi milyarlarca liralık rant imkânı demek olan bu ‘yararsız’ projeye asla itibar edilmezdi.
Yine hiç kuşku duymayın: Zaferin çantada keklik olduğu eski seçimlerden birini yaşıyor olsaydık, İstanbul’daki Atatürk Havalimanı’nın 12 bin dönümlük arazisini ‘millet bahçesi’ne dönüştürmek boş bir hayalden öteye geçemezdi. (Proje gerçekleştiğinde İstanbul, New York’taki Central Park’ın üç buçuk, Londra’daki Hyde Park’ın dört buçuk misli büyüklüğünde bir şehir parkına kavuşacak.)
Ali Sami Yen’e bak, anla…
Eski ‘kolay seçim’ günlerinde olsaydık, 12 bin dönümlük bir alanın, ‘inşaat ya Resulallah’ diye inleyen iktidara yakın müteahhitler dururken halka verilmeyeceğini anlamak için Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen stadının yerine dikilmiş dev mezar taşlarının hikâyesine bakmak yeter…
Ali Sami Yen’le ilgili tartışmalar 2000’li yılların başında başladı. 2003’e gelindiğinde, stadın yıkılıp yerine daha büyük bir stat inşa edilmesi gündeme geldi. Olacak iş değildi ama kimseden ciddi bir itiraz da gelmiyordu. Nihayet, hem de bir Galatasaraylı olan gazeteci Hıncal Uluç ‘olmaz’ deyince, biz de Kronik Medya’da (Kürşat Bumin ve ben) Uluç’a teşekkür etmek amacıyla kısa bir metin kaleme aldık. O metinden, bilmeyenler için Mecidiyeköy’ün nasıl bir yer olduğunu tarif eden bölümü aktarıyorum:
“Adı Mecidiyeköy olan ve Ali Sami Yen Stadı'nın da bulunduğu bölge, zaten ‘cehennem’den farksızdır. Maç günleri, maç saatleri değil, günün her saatinde bu böyle… Mecidiyeköy ‘meydanı’ zaten hepsi hepsi, köprüler altına sıkışmış, her sokağından araç girip çıkan, bu da yetmezmiş gibi otobüslerin ana duraklarından birisi olarak seçilmiş kirli, haddinden fazla gürültülü ve sıkışık bir alanın adı… Böyle bir alanda değil 30 bin kişilik bir stadın, bir voleybol sahasının bile olması şehircilik kuralları açısından çok yanlış bir seçim.”
Fakat sonra daha fenası oldu. Ali Sami Yen’in şehir dışına çıkarılması kararı alındı ve başta Şişli halkı olmak üzere İstanbulluların feryadına rağmen, tamamı devlet mülkiyetinde olan alan iktidarın sevdiği müteahhitlerden birine verilerek bugünkü haline dönüştürüldü.
Dediğim gibi, o yıllar (2010-2011) AK Parti’nin ‘kolay seçim’ yıllarıydı ve o nedenle Ali Sami Yen’in yerine park yapılması taleplerine aldırış etmedi. Bugün olsaydı öyle davranamayacağına emin olabilirsiniz.
Mecidiyeköy’ü bilmeyenlere, orada dev bir parkın yapılmasının önemini anlatmak hakikaten zor. Şöyle diyeyim: Gündüz saatlerinde yüz binlerce insanın kullandığı bir bölgeden söz ediyoruz ve o bölgede çocuğunu arabaya koyup dışarıya çıkan bir annenin egzoz dumanları ve araba gürültülerini aşıp küçücük bir yeşil alana ulaşma şansı yok.
AK Parti Ali Sami Yen’i park yapsaydı çok büyük bir sempati toplayacaktı. Fakat yapmadı, çünkü onu zorlayacak koşullar yoktu.
Bugün bütün eski statları ‘millet bahçesi’ yapacağını söylüyor, çünkü hem talep çok güçlü hem de artık seçim kazanmakta zorlanıyor.
Kendi gayretinin semeresine küsenler
‘Millet bahçeleri’ lütuf değil, söke söke alınmış bir hak. Fakat ortada tuhaf bir atmosfer var; insanlar, sanki bu sonuçla kendi gayretleri arasında bir bağ yokmuş gibi, ‘millet bahçeleri’ sanki kendi gayretlerinin bir semeresi değilmiş gibi davranıyorlar… Başarılarını kutlamak yerine sessizliği tercih ediyorlar…
Çok garip bir ruh hali var burada. Bir toplumsal kesimin öne sürdüğü bir talep, desteklemedikleri bir iktidar tarafından karşılanıyorsa, sevinçlerine bir burukluk eşlik ediyor.
Bu davranış modelinin, Türkiye siyasi kültürünün (özellikle de muhalefet kültürünün) bir parçasını oluşturduğunu düşünüyorum.
“Kendi gayretinin başarısına (semeresine) küsmek” diye tanımlayabileceğim bu davranış modeline göre, yıllar boyunca belirli siyasi taleplerle zorlu mücadeleler yürüten siyasi hareketler, o taleplerin ‘başka’ siyasi iktidarlarca kabul görmesinden itibaren onlardan soğumaya başlıyorlar.
O zaman da ne oluyor? Bir toplumsal talebi mecburen kabul etmek zorunda kalmış bir siyasi iktidar, o talebin gerçekleşmesi için yıllarını vermişlerin kendi gayretlerinin semeresine küsmeleri nedeniyle sanki lütufta bulunmuş gibi davranabiliyor ve bütün puanları toplayabiliyor.
Şehir içlerindeki statların ve askeri garnizonların büyük yeşil alanlara dönüştürülmesi talebinin -mecburen- kuvveden fiile çıkmaya başlaması karşısındaki sevinç eksikliği ve sessizlik bana bunları hatırlattı.