Ana SayfaYazarlar‘Milli’ gazeteciliğin ve itirazcılarının sorunları

‘Milli’ gazeteciliğin ve itirazcılarının sorunları

 

Türkiye’nin etrafı ısındıkça, gazetecilerin bu sıcaklıktan kotardıkları haberler gittikçe daha da büyüyen bir tartışmanın konusunu oluşturuyor. Bu haberlerin bir bölümü “devlet adına yürütülen halkla ilişkiler faaliyeti” (“yandaş”), bir bölümü de “milli çıkarlara aykırı” (“hain”) damgası yiyor ve gazetecilikten sayılmıyor.

Bu hercümerç içinde dış politika giderek herhangi bir haber alanı olmaktan çıkıyor, dikenli bir alan haline geliyor.

Serbestiyet’te, yeni dönemdeki ilk yazım (“‘Girdik’, ‘vurduk’

gazeteciliği el değiştirdi”, 30 Kasım), devletin kararlarını ve eylemlerini “biz” kalıbıyla haberleştirme alışkanlığından yola çıkarak kaleme alınmıştı ve “milli” gazetecilik eleştirisine giriş mahiyetindeydi. Bu yazıda daha geniş bir çerçeve çizmek amacındayım.

Şöyle yazmıştım o ilk yazıda:

“Türkiye’de gazeteciler, kendi devletleri bir çatışmanın parçası olduğunda garip bir öfori içine giriyorlar, devletle aralarındaki mesafe tamamen kapanıyor, adeta devlet aygıtının organik bir parçası haline geliveriyorlar. Bu ‘duyarlılık’ dile de yansıyor, haberler ‘biz’ kalıbıyla verilmeye başlıyor. Oysa gazetecilerin devlet kararlarını, eylemlerini ‘biz’ kalıbıyla haberleştirmesi onları devletle özdeşleştirir. Türkiye’de bu oluyor ve iktidarda kim varsa, ona yakın medya devletle ‘sizli bizli’ oluyor, ‘giriyor, vuruyor.’”

 

Bütün ülkelerde, bütün iktidar sahipleri…

 

Gerçekte, en demokratikleri dahil, dünyanın bütün ülkelerinde iktidar sahipleri, özellikle gerilimli dönemlerde yürüttükleri dış politikanın itirazsız benimsenmesini isterler. Böyle dönemlerde medyadan istenen, bütün kurumlardan istenenle aynıdır: İşini “milli çıkar”lara uygun olarak yürütmek.

 

Örneği, basın ve ifade özgürlüğünün en ileri boyutlarda olduğu İngiltere’den vereyim: BBC de tarihi boyunca İngiltere başbakanlarınca “milli hassasiyetleri” gözetmemekle suçlandı… Mesela İkinci Dünya Savaşı’nda Churchill tarafından “faydasından çok zararı olmakla”, Süveyş Kanalı krizinde Anthony Eden tarafından “gayri milli bir tutum takınmakla”, Falkland savaşında Thatcher tarafından “İngiliz yayın kanalı mı, Arjantin yayın kanalı mı olduğunun anlaşılmamasıyla” itham edildi.

 

Yani aslında iktidar sahibi politikacıların basından “milli hassasiyet” beklemeleri bir açıdan “normal…” ve eşyanın tabiatına uygun… Fakat aynı talebin bizzat bazı gazeteciler tarafından dile getirilmesi hiç normal değil. Bu talep ancak, gazeteciliği, devlet katından sâdır olan karar ve eylemleri hiç sorgulamaksızın halka benimsetmekle görevli bir meslek olarak gören bir yaklaşımın ürünü olabilir. Böyle bir yaklaşım, bu mesleği gerçekten de devletin “halkla ilişkiler bürosu” derekesine indirger.

 

Oysa gazetecilik tam tersine, toplum ve bireyler adına karar alanların bu kararlarının doğru olup olmadığının tartışılmasına aracılık eden (ortam oluşturan) mesleğin adıdır. Ortada kamusal nitelikli (yani hepimizin hayatını ilgilendiren) bir haber varsa, bunun birkaç kişinin bilgisi dahilinde gizli kalmasındansa, kamusal bilgi haline gelmesi hepimizin hayrınadır. Çünkü bu sayede o hakikat üzerinde tartışabilir, anlamını çözebilir, etki mekanizmalarını yönetebiliriz… Aksi takdirde “toplumsal iyi”nin ne olduğuna karar verecek sınırla sayıda insanın iradesini kabul etmek zorunda kalırız.

 

Bir zamanlar kartaldılar…

 

Askeri vesayet döneminde, gazeteciliği, toplumsal talepleri “devlet”e duyurmanın aracısı olarak değil, devletin toplumdan taleplerini topluma dayatmanın aracısı olarak tanımlayan ve uygulayan merkez medyayı en sert biçimde eleştiren gazetecilerin, şimdi dış politika ve “milli” mevzular söz konusu olduğunda tam olarak böyle hareket ettiklerini görüyoruz.

 

Bu pozisyon biraz, “devletin çıkarları” söz konusu olduğunda, kendi mesleklerinin asli işlevini unutup, bireylerden değil devletten yana karar alacaklarını beyan eden yargı mensuplarının pozisyonunu hatırlatıyor.

 

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) yürüttüğü bir araştırmada (2009) ortaya çıkan bu gerçek, o zamanlar, özellikle şimdi “milli gazetecilik” talep eden meslektaşlarımız tarafından gündeme taşınmış, böyle düşünen yargı mensupları ağır bir biçimde eleştirilmişti.

 

Hakikat arayışı: İcabında topluma ve bireylere rağmen

 

Gazetecilerin toplum adına devleti, karar alıcılarını denetleme görevi sadece iç politka konularıyla mı sınırlıdır? İş dış politikaya ve “milli” meselelere gelince akan sular durmalı, herkes hiza ve istikamete mi gelmelidir? Hiç kuşkusuz hayır. Hatta, dış politika ve “milli” meseleler söz konusu olduğunda gazetecilerin denetleme arzuları ve kararlılıkları daha da keskinleşmelidir. Çünkü böyle dönemlerde zaten herkes hiza ve istikamete gelmeye teşnedir, hatta basının onlar adına denetim görevi yürüttüğü toplum ve bireyler bile teşnedir. Evet, böyle dönemlerde gazeteciler, “can sıkıcı” haberleri bilmek istemeyen toplum ve bireylere rağmen de bu görevlerini yürütmelidir.

 

Vietnam Savaşı’nda işlerin ABD açısından kötüye gitmeye başladığı sıralarda yapılmış kamuoyu anketleri var… Bu anketlerde formüle edilen sorulardan biri mealen şöyle: “Gazetenizin, ABD ordusunun can kayıplarıyla ilgili gelişmeleri haberleştirmesini ister misiniz, istemez misiniz?” Bu soruya yüzde 70’e yakın bir çoğunluk “istemeyiz” cevabı veriyor ve yalan da olsa Amerikan ordusuyla ilgili olarak sadece “iyi” haberler duymak istediklerini söylüyor. Yani, savaş vb. koşullarda sadece devletler değil kamuoyu da “hakikat” yerine “yürek soğutucu” haberler duymayı isteyebilir. Tekrar edersek, gazetecilik, toplumun ve bireylerin bile hakikatten kaçmayı tercih ettiği koşullarda dahi hakikat arayışını sürdürmelidir. Çünkü ülke, toplum ve bireyler için acıtıcı, üzücü de olsa en iyisi hakikati bilmektir ve bunu da sadece gazeteciler sağlayabilir.

 

‘Milli gazetecilik’ eleştirisinin inandırıcılık sorunu

 

Fakat madalyonun bir de öteki yüzü var: İktidar sahiplerinin halkla ilişkilercisi gibi çalışmaya karşı olduklarını ve kamuoyunun bilme hakkı doğrultusunda gazetecilik yaptıklarını söyleyenler Türkiye’de ciddi bir inandırıcılık sorunuyla mülûller. Bu açıdan, mesela İngiltere ile Türkiye arasında ciddi farklar var.

 

Doğru: Mesela BBC’nin “milli olmayan” gazetecilik çizgisi yalnız devleti değil kamuoyunun geniş bir kesimini de sinirlendiriyordu… Fakat kamuoyunda, BBC’nin Büyük Britanya devletini ya da hükümeti zor duruma düşürmek amacıyla olguları eğip büktüğüne dair bir algı yoktu. Yani kamuoyunun kızgınlığının nedeni bunlar değildi. Kamuoyu sadece “canını sıkan”, “milli gururu inciten” hakikatlere de haberlerinde yer verdiği için kızıyordu BBC’ye.

 

Dolayısıyla, BBC yöneticileri sırf hakikatin hatırı, kamu yararı ve kamuoyunun bilme hakkı için gazetecilik yaptıklarını, devletin ve kamuoyunun bundan hoşlanmasalar bile buna katlanmaları gerektiğini söylediklerinde, hiç kimse onların samimiyetinden kuşkulanmıyordu.

 

Türkiye’de ise “milli” gazeteciliğe karşı olduklarını, gazeteciliği sırf kamuoyunun bilme hakkı için yaptıklarını ileri süren reel “muhalif” gazeteciler ne yazık ki bu kadar inandırıcı olamıyorlar. Çünkü işlerini yaparken, “hakikatin tecellisi ve hatırı için” hareket eden gazetecilerden çok, yegâne amaçları ne pahasına olursa olsun iktidarı devirmek olan muhalif siyasetçiler gibi davranıyorlar. Bu ruh hali de onları icabında “hakikat”i bu amaç doğrultusunda eğip bükmeyi kendilerine hak gören aktivistlere dönüştürüyor. Oysa gazetecilik başka, aktivizm başka…

 

Mesela: Gazeteci olarak, kendi devletinizin kendi ülkenizin sınırlarının ötesine örtülü operasyonla silah gönderdiğini öğrendiğinizde, bunu haberleştirmek hakkınız ve göreviniz… Bu noktada “milli çıkar” çağrılarını elinizin tersiyle itebilirsiniz… Fakat sırf iktidarı güç duruma sokabilmek için, haberinizde ona dair tek kanıt yokken bu silahların münhasıran belirli bir örgüte gönderildiğini söylerseniz, gazeteciliği sırf hakikatin hatırı için yaptığınız hususunda ikna edici olamazsınız.

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -