27 Eylül tarihli yazımda, Rus gazeteci Svetlana Aleksiyeviç’in, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinin başladığı 1980’lerin sonundan 2012’ye kadar geçen dönemde, olan bitene fiilen tanıklık etmiş sıradan ‘Sovyet insanları’yla gerçekleştirdiği uzun söyleşilere dayanan kitabından söz etmiştim.
2015’ te Nobel’le ödüllendirilen İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu başlıklı kitap, Stalin ve ardıllarının yönettiği Sovyetler Birliği’nin nasıl bir ülke ve insan yarattığını berrak bir biçimde gösteriyordu.
Kitap, bu ana temaya paralel olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başladığı 1990’ların başından itibaren ortaya çıkan bir dizi ibretlik gelişmeyi de yine o gelişmeleri fiilen yaşayan insanların tanıklığıyla gözler önüne seriyor.
Bu yan temaların en çarpıcılarından biri de, 70 yıl boyunca hiç sarsılmayan ve ebedî olduğuna inanılan ‘Sovyet kardeşliği’nin bir gecede berhava olması ve milliyetçi boğazlaşmanın başlayıvermesi…
Bütün Sovyet topraklarına yayılan ve bulundukları yerlerde azınlıkta olan Ruslara karşı yerli halkın uyguladığı şiddet… Çeşitli cumhuriyetlerdeki yerli halkın, o cumhuriyetlerde yaşayan azınlıklara karşı uyguladığı şiddet (mesela Ermeni-Azeri, Gürcü-Abhaz boğazlaşmaları)… Rusların, 1990’dan sonra artan göçmen akınını durdurmak için Moskova ve büyük şehirlerde çeşitli milliyetlerden azınlıklara, özellikle de Müslüman azınlıklara uyguladıkları şiddet…
Aleksiyeviç’in kitabını ele aldığım 27 Eylül’de, bir sonraki yazıyı (1 Ekim) bu tanıklıklara ayıracağımı söylemiştim. Çünkü kanaatimce bu tanıklıklar, “bizde milliyetçi boğazlaşma olmaz” iyimserliğine çok da fazla güvenmemek gerektiğini gösteriyordu ve onlardan öğrenecek çok şey vardı.
Ne var ki araya Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün (Democratic Progress Institute – DPI) Ankara’daki toplantısına dair izlenimlerim girdi. Dolayısıyla, 1 Ekim tarihli yazıda yer veremediğim bu tanıklıklardan seçtiğim bölümleri bugün dikkatinize sunacağım.
Aleksiyeviç’in, “Öldüren herkesin Tanrı’ya hizmet ettiğine inandığı zamana dair” diye sunduğu kitabın bu bölümlerini okurken kafama takılan noktalardan biri de, Rusya’nın 10 yılını etkileyen ve hepimiz için büyük dersler taşıyan bu dramatik olayların, zamanında gazetelerde ya da televizyonlarda neredeyse hiç yer almaması oldu.
Aleksiyeviç’in kitabından derlediğim 1990’ların Rusyası’ndan milliyetçi boğazlaşma sahnelerini, biraz da bu ilgisizliğin gecikmiş bir tashihi olarak kabul edebilirsiniz…
‘Hepsi Sovyetti ve birden hiçbir şey kalmadı bundan’
Doksan yılı… Minsk’teki üç odalı dairemizde on beş kişi yaşardı, bir de kundakta bebek vardı. Önce Bakü’den kocamın akrabaları geldi; ailesiyle birlikte kız kardeşi ve kuzenleri. Misafirliğe gelmediler, beraberlerinde “savaş” sözcüğünü de getirdiler. Çığlıkla girdiler eve, şişmiş gözlerle… (…) Kışın daha da çoğalmıştık. Tacikistan’dan geldiler kışın. Duşanbe şehrinden kız kardeşim, ailesi, kocasının anne ve babasıyla geldi. Tam da böyle oldu… Yani… Her yerde uyuyorlardı, hatta yazın balkonda uyuyorlardı. Ve… Konuşmuyor, bağırıyorlardı… Onlar kaçarken savaş da peşlerindeydi. Ama onlar… hepsi, benim gibi, Sovyet… Kesinlikle Sovyet. Yüzde yüz! Bununla gurur duyuyorlardı. Ve birden hiçbir şey kalmadı bundan. Hiç! Sabahleyin uyandılar, pencereden baktılar, artık başka bir bayrak altındaydılar. (Margarita Pogrebitskaya, Rus, doktor, 57 yaşında).
‘Anlayamıyorum… Anlamam imkânsız…’
Ben Rusum. Abhazya’da doğdum ve uzun süre orada yaşadım. Suhumi’de. Yirmi iki yıl yaşadım orada. Doksan iki yılına kadar… Savaş başlayıncaya kadar. “Eğer su yanarsa, nasıl söndürülür?” der Abhazlar. Savaş hakkında böyle derler… İnsanlar aynı otobüsle gezer, aynı okullara gider, aynı kitapları okur, aynı ülkede yaşardı ve herkes Rusça öğrenirdi. Şimdi ise birbirlerini öldürüyorlar: Komşu komşuyu, sınıf arkadaşları birbirini öldürüyor. Erkek kardeş kız kardeşini öldürüyor! Hemen şurada savaşıyorlar, evlerinin hemen yanında… Ne kadar oldu ki? Bir yıl… İki yıl önce… kardeş gibi yaşardık, herkes Komsomol ve komünistti. Okul yıllığına yazmıştım: “Sonsuza dek kardeşiz…”, “Kopmaz beraberlik…” İnsan öldürmek! Bu kahramanlık değil, hatta suç bile değil… Bu korkunç bir şey! Bunu gördüm… Anlayamıyorum… Anlamam imkânsız.
(…)
Hayvanat bahçesini bombalamışlar… Geceleyin Gürcüler birini kovalıyormuş. Abhaz olduğunu sanmışlar. Onu yaralamışlar, bağırdığını duymuşlar. Sonra Abhazlar onu takip etmiş, Gürcü olduğunu sanıyorlarmış. Kovalamışlar, ateş etmişler. Sabaha doğru yaralının maymun olduğunu görmüşler. Hepsi, Gürcüler de Abhazlar da ateşkes ilan edip onu kurtarmaya çalışmışlar. Ama insan olsa öldüreceklermiş…” (Olga V., Rus, Topograf, 24 yaşında).
‘Annemi çırılçıplak soydular ve ateşe attılar…’
Ermeniyim ben, ama Bakü’de doğup büyüdüm. Bakü, en sevdiğim şehir… En sevdiğim, ne olursa olsun!
(…)
Bakü’de büyük bir evde yaşıyorduk… Büyük bir avlusu vardı, avluda dut ağacı vardı, sarı dut. Enfesti! Hep beraber yaşıyorduk, tek bir aile gibi; Azerbaycanlılar, Ruslar, Ermeniler, Ukraynalılar, Tatarlar… Klara Teyze, Sara Teyze… Abdulla, Ruben… En güzeli de Silva’ydı, uluslararası uçuşlarda hosteslik yapıyordu, İstanbul’a uçuyordu, kocası Elmir de taksiciydi. Kadın Ermeni’ydi, erkek Azerbaycanlı, ama kimse bunu düşünmüyordu bile, böyle konuşmalar hatırlamıyorum hiç. Dünyayı başka türlü bölerdik: İyi bir insan mı, kötü mü; aç gözlü mü müşfik mi? Komşu ve misafir. Hepimiz aynı köydendik. Aynı şehirden…
(…)
Ne zaman başladı bütün bunlar? Seksen sekiz yılı… Meydanda birtakım insanlar toplandı, hepsi de karalara bürünmüştü, dans edip şarkı söylüyorlardı. Bıçak ve hançerlerle dans ediyorlardı. (Çalıştığım) telgraf binası meydanın yanında, her şey gözlerimizin önünde oldu. Balkona çıkıp bakıyoruz. “Ne diye bağırıyorlar?” diye sordum. “Gâvurlara ölüm! Ölüm!” (…) Yemek arasında genellikle beraber çay içerdik, sonra birdenbire bir gün: Azerbaycanlılar bir masaya oturuyor, Ermeniler başka bir masaya. Bir anda, anlıyor musunuz? Hiçbir şey anlayamadım ben, hiç. Hâlâ aklım almıyor.
(…)
Bakü’den Sumgait’e otuz kilometredir… Orada oldu ilk pogrom… İşyerinde bir kız vardı Sumgait’ten, iş bitimi herkes evlerine giderdi ama o postanede kalıyordu. Araç gereç odasında yatıyordu. Ağlaya ağlaya dolanıyor, sokağa bakmıyor bile, kimseyle konuşmuyor. Bir şey soruyorlar, susuyor. Ama konuştuğu zaman… Konuşmaya başladığı zaman onu dinlemek istemezdim… Duymak istemiyordum.
“Evine ne oldu?” – “Evi yağmaladılar.” – “Annenle babana ne oldu?” – “Annemi avluya götürdüler, çırılçıplak soydular ve ateşe attılar! Hamile kız kardeşimi ateşin etrafında dans etmeye zorladılar… Öldürürken de, demir sopalarla karnından çocuğu çıkarttılar…” – “Sus artık! Sus!” – “Babamı parçaladılar… Baltayla… Akrabalarım onu ancak ayakkabılarından tanıyabildi… Adamlar toplandı, genç, yaşlı adamlar, yirmi otuz kişi, Ermeni ailelerinin oturduğu evlere daldılar. Öldürüp tecavüz ettiler; kıza babasının önünde, kadına kocasının önünde… Otomobilleri yaktılar. Mezarlıkta Ermeni ailelerinin mezar taşlarını kırdılar… Ölülerden bile nefret ediyorlardı.
(…)
Şehir mültecilerle doluydu, Ermenistan’dan kaçan Azeri ailelerdi bunlar. Elleri boş kaçmışlardı, eşyalarını alamadan, tıpkı Bakü’deki Ermenler gibi. Ve aynı şeyleri anlatıyorlardı. Oy! Oy, hep aynı şeyi anlatıyorlardı. Azerbaycanlı pogromunun yapıldığı yeri, Hocalı’yı anlatıyorlardı… Orada da Ermeniler Azerileri öldürmüştü, kadınları pencerelerden atmışlardı… Kafaları kesmişlerdi… Ölülerin üzerine işemişlerdi.” (Margarita K., Ermeni mülteci, 41 yaşında).
‘Hatırladıklarım yüzünden aklımı kaçıracağım bir gün…’
Doksan iki yılı… Hepimizin beklediği özgürlük yerine iç savaş başladı. Kulablılar Pamirlileri, Pamirliler Kulablıları öldürmeye başladı… Karateginler, Hissarlılar, Garmlılar; hepsi bölündü. Benim sevdiğim Duşanbe değildi bu artık… Şehrin sokaklarında elleri borulu ve taşlı kalabalıklar geziyordu… Son derece barışçı, sessiz, sakin insanlar katile döndü. Daha dün dosttular; huzurlu huzurlu çay içiyorlardı çayhanede; bugünse gidip demir çubuklarla kadınların karnını parçalıyorlar.
(…)
İnternetteki o videoları gördünüz mü? Beni alt üst etti o videolar. Bir hafta yataktan kalkamadım… Ah o videolar yok mu… İnsanları öldürüp bir de filme almışlar. Senaryoları varmış, rolleri yazmışlar… Gerçek bir film gibi… Bir tek seyirci eksik. Biz de seyrediyoruz işte… Bizi zorluyorlar buna… İşte delikanlının biri sokakta geziyor, bizden bir delikanlı, Tacik… (Rus gençler) onu yanlarına çağırıyorlar, çocuk gidiyor, tutup yere deviriyorlar onu. Beysbol sopalarıyla dövüyorlar, çocuk önce yerde yuvarlanıyor, sonra kıpırtısız kalıyor. Onu bağlayıp bir arabanın bagajına atıyorlar. Ormanda bir ağaca bağlıyorlar. Filmi çeken kişinin de iyi bir sahne olsun diye uygun açı aradığını görüyorsun. Derken delikanlının kafasını kesiyorlar. Nereden çıktı bu? Kafa kesmek… Bu bir Doğu ritüeli. Ruslara özgü değil. Herhalde. (Gavhar Curayeva, Tacik, Moskova’daki Tacikistan Fonu Göçmenlik ve Hukuk Merkezi Başkanı).