Ana SayfaManşetMırın Kırın Tarihi ve Sıkılan İnsan

Mırın Kırın Tarihi ve Sıkılan İnsan

Zaman, insanın beş duyusundan, damağından da geçiyor. Bir bakmışsın, Attila İlhan’dan mülhem laternalar susmuş, sürahiler tenha, tek kibrit çakılmıyor. Gramofondaki incesaz, meyhane musikisi, hatta kadehlerdeki nazlı beyaz rakı, “Vaniköy korusunun teşrinlerdeki sisi”ne karışmış. “Kim kaldı?” da diyorsun içini çekerek, bazen “Ne kaldı?” da… Tehlikeli duygular.

Bir zamanlar yazılıp da şarap şişesiyle denize bırakılan notlar, açık denizleri dolaşır, fırtınaları aşar, ne sahillere ulaşırmış. Kayıp gemilerin kıyıya vuran isim plaketleri gibi hüzünle bulurlarmış o şişeleri, henüz kaybolmamış insanlar… İçindeki solgun mektuba, altındaki eski tarihe bakıp, “Neler yaşadılar kimbilir?” diye iç geçirirlermiş.

Meddüceziri kabarıp bugüne, çekilip geçmişe değen yazılarıma bakıyorum da… Biz mi yaşadık, yaşatan zaman mıydı? Çözmek zor. Lüzumsuz da belki; hepsi “dedi”li geçmiş zaman. İnsanın ömrü, hayalleri de bazen bir şişenin içine uzun çabalarla, dikkatle sığdırılıp mantarı kapatılan maket gemilerde seyahat… (¹) Şişe değil damacana olsa, can bu, hayallerinin menzili açık denize ayarlı ruhu yine sıkılır.

Geçiyor işte hayat. “Yanlış hayatı yaşadık” diyenler de oluyor, yıllarca sonra. Doğrusu varmış da demin bastonuyla önünden geçmiş… “Hayatı mı yanlış yaşadık?” yoksacısı da çok. Sanki doğruların kol gezdiği sokaklarda, “Ağaca Tüneyen Baron”muşuz gibi…  Vah güzel ablalarım abilerim, “Ah güzel Ahmet abim benim /İnsan yaşadığı yere benzer /O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”… Hayat bu, “benzetir” insanı.

Geçti gitti işte zaman. Yanlışın doğrunun üzerinden, yanından, uzağından yürüdü geçti. Nostaljiyi, emekli derneğinin altın suyuna batırılmış nafile rozeti yapmadıysan… “Yanlış”ı özeleştiri, “doğru”yu da sorgulama fırsatı görüp, her boğuşmadan sonra saçını başını taradıysan ne âlâ… Sefan olsun.

Kim kaldı, ne kaldı?

Zaman, insanın beş duyusundan, damağından da geçiyor. Bir bakmışsın, Attila İlhan’dan mülhem laternalar susmuş, sürahiler tenha, tek kibrit çakılmıyor. Gramofondaki incesaz, meyhane musikisi, hatta kadehlerdeki nazlı beyaz rakı, “Vaniköy korusunun teşrinlerdeki sisi”ne karışmış.

“Kim kaldı?” da diyorsun içini çekerek, bazen “Ne kaldı?” da… Tehlikeli duygular. Hele her kılıkta nostaljinin Google’ı bile ihtiyarlattığı devirde, çok tehlikeli. Yazı dizimdeki gazozmuş, Oraletmiş, semaverde nazlı nazlı demini alan çaylar, el donduran buz gibi kaynak suları, Necefli Maşrapalar, billûr Karafakiler, işlemeli Ehlikeyfler, tiril tiril kadehlermiş… Hepsi, “miş miş miş de, muş muş muş”, “İçen İnsan”ın tarihinde.

O şarkıdaki gibi… Ritmi öylesine oynak, öyle zikzak, öyle “hoptirinam” aslında. O hop kaldıran “Miş miş” şarkının Oğuzhan Koç’la hop oturtan arabesk versiyonu bile var, rakı masası makamında… Nostaljinin yarım ağız hüznüne, zoraki ama cilveli kahkahasına, ihtiyar gururuna o da uygun. Onda hop oturur, diğerinde hop kalkarsın… İroni filan yapmıyorum, ne güzel!

“Ayıp” ama çok eğlenceli

Neyin, ne olduğunun farkında olduktan sonra, -esefle bile olsa- dinleyiniz öyle şarkıları da. Rahat değilseniz yahut “el âlem, ‘mümtaz çevrem’ ne der”ciyseniz…  “Ayıp” ama çok eğlenceli bir şey yapar gibi gizlice de olabilir (Ama ben biraz ayıplarım; özrü “kabahat”inden büyük olur).

Birlikte, gönül rahatlığıyla “ayıp” şeyler yapabildiğiniz dostlarınıza da dinletin. İçiniz kıpırdar, hem kendinize, hem bunalan insanlığa bir kliplik hayrınız olur… Yoksa martılar ağlar çöplüklerde, şehirlere bombalar yağar her gece, boğazınızda sıraya giren ukdeler arkanızdan gülüşür. Durmadan sevişemezsiniz de artık.

Sıkılmanıza, hatta sıkıcılığınıza da iyi gelebilir: “Her gece geliyosun mazeretin yok /Marşla yürüyosun bahanen çok”… Hepsinde ritmik, ayaklandıran bir terminal anonsu var, dansa-zıplamaya çağıran… İnsan kendini, hayatın insanı ciddiye aldığı kadar ciddiye almalı belki de…

Kafayı dağıtmak-toplamak

Sürekli kasmayalım, çıktı çıkacak canımızı. Ciddiyetin aşırısı, müzmini, ruhuna “cid hastalığı” gibi yerleşebilir, bunalır, bunaltırsın. Hayat büyük eserlerle anlamını, derinliğini kazanıyor ama kışkırtıcılığı onlardan ibaret değil elbette. Seni senden alan senfonilerin arasına bile parça atmalısın arada. Tek besinli, mono diyet sadece bünyeye değil, kulağa da iyi gelmeyebilir.

Ses düğmesine de çok takmamalı… “Kısın şunu, kapatın kapatın” her zaman gerekli değil. Hayata yerleşir sonra, “Kısın, kısın…” “Biraz açın, iyice, iyice açın…” diyeceği müzikleri, “an”ları, hoplamaları olmalı insanın. Yoksa bedeli, intikamı, kulakların ağır işittiği zaman çıkar karşına. “Biraz açın” dersin, “Olur dedecim” derler.

Hem insanı paslı zihniyetlerden uzaklaştıran fikirler, düşünceler, ayağa kalkınca, zıplarken yerine oturuyor bazen. Becerdiğinde, kafa dağıtmakla, kafa toplamak aynı ipin iki cambazı, gül gibi geçinebilir. Zıplamak muhalefete de engel değil, yeri geldiğinde direnmenin, sıkı muhalefetin ta kendisi. Hep birlikte zıplarsın, koltuklar yerinden oynar.

Sevgili züğürtlere teselli

Geçip gidiyor; “bekle dedi gitti, ben beklemedim, o da gelmedi” misali geçsin de zaten.  Sevgili züğürtlere tesellilerimle; hayat tekrarı olmadığı için kıymetli. O “an”da kalmanın hayali, Zaman Tanrısı Kronos olursan afili… O da zor, “hakkı yenen” Semiha Yankı’nın “bir dakika”da dikkatimizi çektiği gibi. Zaman bir ömür sürer, “an”, anı, düşünce hızıyla bir dakika…

Geçiyor zaman, değişiyor… İnsan “Her şey değişti” diyerek de sıkılıyor, “Hiçbir şey değişmedi” diye söylenerek de… Bizi bilmem, o tartışmalı mevzuya, o netameli araziye, bu topraklardan da girmem ama bir kısım dünyada her şeyin hızla değiştiği söyleniyor.Torba değil ki büzesin, değişmeyesin. Farkındayım, yazı dizisini uzattım biraz. Bence mahsuru yok. Zaten sıkılıyorsunuz…

Sharon Stone bile değişti

Atmaca uçuşuyla 18. bölümüne geldiğim yazı dizisinde şimdilik pek değişmeyen tek şey, “İçen İnsan”ın temel içgüdüsü herhalde (Sharon Stone bile değişti de, ne güdülere kaldık). Öznesi-nesnesi, yeri-zamanı, terkibi-prensibi, kadehi-kadehbazı-kadehkârı değişse de fiili kalıyor. İçer insan… Hep içiyor. Ve sıkılıyor insan, hep sıkılıyor.

Mırın kırın tarihi, sıradan sıkıntılar… Gazozu bırakır kolasını içer, Türk Kahvesi’nden bunalır Neskahve içer, çaydan gına gelir zerzevatı gözüne kestirir, şarap bozulur yahut bünyeyi bozar, üzüm aromalı sodasını, meyve suyunu az votkayla içer, rakı borsasından usanır, oturur evinde kendi rakısını yapar, sıkma portakala üşenir, bu kez içini granülü, tozu, aromasıyla sıkarlar. Sıkılmasın, usanmasın diye de yaparlar, alışsın, sıkılmaktan sıkılmasın diye de…

Edebiyat “hata” sevdirir

Ne içirsen boş, ne içse dibi delik… Dakkada sıkılıyor. Evet, gramere göre tabii ki yanlış, bana göre tabii ki güzel yazdım bu kelimeyi. Bu seferlik, öyle… Doğru Türkçe ile Güzel Türkçemiz arasında bir nüans olmalı bazen. Yoksa zorlama dil de sıkar. Zorlama kelimeleriyle sokağa çıkamaz, evde kalır, sıkılır.  

Edebiyat böyle oyunları, farklı deyişleri, yakası açık “hata”ları sevmek için iyi bir yol. “Hataları” da, dille oynamayı da seven Can Yücel, o harika dizesinde -bir kelimesini değiştirerek-  şöyle girebilirdi bu mevzuya: “Üç yıldızlı bir albaydı TDK /karşısında önüm açık gezerdim”.

Gerekçemi de dakkada özetleyeyim madem; bence bazı hislerin ifadesinde “dakikada” kelimesinin telaffuzu, uzayan, kesik hecesiyle bir değil iki dakika sürüyor. Bu nedenle yeterince hızlı, “Vıınnn”, dakkadanak, patdadanak değil. Hislerime yetişemiyor. Ama siz yine de beni fazla ciddiye almayın.

“Huy’suz”un huy edinmesi

Huy işte… Yaradılış îtibâriyle huy’suz olan insan, evrim sürecinde türlü huy ediniyor. Sonrasında her kuşak öncekine çekip, üzerine ilave huy ekliyor, tüyünü dikiyor manzaraya… Aslolan huy yani, kim bilir kime çektiyse, soyağacının hangi dalına takıldıysa, sıkılıyor. Ne diyor huyu batasıca Oblomov; “Bir şüphe, üzüntü filan olmadan da insan sıkılır”. Onunki, kuyuya düşenin “daral” tecrübesi… Kulak vermekte yarar var.

Sıkılmak nadiren erdemi, bazen ivmesi, çokça da sıradan felâketi insanın… Nedenleri de sonuçları da çeşitli elbette. Derininde bir umut, bir potansiyel var da, kaynağına inersen. Bu yönüyle makul, haklı, düşünceye dayalı bir sıkıntı, hoşnutsuzluğun, “sunulan”, öngörülen hayatla yetinmemenin ifadesi… Lâkin benim bahsettiğim sıkıntı, kiminin profesyonelce, kiminin amatörce benimsediği harcıâlem, sıradan, basit can sıkıntısı. Sıkıntıyla simbiyoz yaşam.

Düzenin sevdiği tek sıkıntı

Güya her şeyin elinin altında olduğu bu devirde bile “basit can sıkıntısı” yaygın bir ruh hâli. “Onun da canı var ama bir sıkımlık” meyvelerden bile daha kolay sıkılıyor insan. Şemâili, ifadesi muşmuladan bile meymenetsiz.

Ama bu, varolan düzenin sevdiği, keyifle halledeceği bir sıkıntı… Oyuncaklarından sıkıldığında, yenisini sunacak. İki kere iki dört, iPhone 10, 11, 12… TV’nden mi sıkıldın, daha akıllısı, daha büyüğü, türlü oyuncaklısı vs. var. Kumandası bile artık akıllı, evde daha çok onunla konuşuyor, ona komut veriyorsun. Darısı akıl ötesi programların başına, mı diyeyim…

Sıkılıyor insan. İçine Oralet zerresini, “bir maddenin en küçük tanesi” olarak tanımlanan granülünü bile sığdıramadığın incir çekirdeği dahi insanın canını sıkıyor, hele protezinin altına kaçınca… Gün geliyor sıkıldıkça demlediği, sabah-akşam içtiği çaydan bile sıkılıyor, çay diye tozunu, sallamasını, yeşilini, hatta buzlusunu filan içiyor.  Sıkılıyor zira. Bir of çekse… Dağlar, hanlar, saraylar…

Huylu-huysuz insan kardeş

Yazı dizisinin bu bölümünde, harcıâlem hâliyleSıkılan İnsan” türünü elbette ayrı bir familya olarak, ayrı bir başlıkta değerlendirmiyorum. Değmez… Hem ayrı bir tür de değil zaten. İnsanın evriminde “İçen İnsan”dan sonra ortaya çıkan “Huylu İnsan”ın onlarca alt kategorisinden yalnızca birisi. Çevreniz huylu olduğu için sıkılan yahut bunaldığı için huylu olan insanlarla dolu. (Bakın… Şahsınızı kast etmiyorum.)

Aslında her şeyden huylandığı için huysuzlanan “Huylu İnsan”la, huysuz olduğu için her şeyden huylanan “Huysuz İnsan” kardeş, ruh eşi-eşiti, farklı yumurta ikizi… Küçük Ceylan’la Küçük Emrah… Kardeş kardeş öpüşüp sarılmalı, barışmalı, kavga etmemeli birbiriyle. Lâkin hem huylu, hem de huysuz olanı, her daim tepende, başında olursa durum vahim.

Kediler bile sıkılıyor artık

Kediler bile sıkılıyor artık. Hele ev kedileri… Bakın yaptıklarına. Onları biraz da bize eşhuylarıyla, eşruhlarıyla seviyoruz. Ya da özeniyoruz huylarına… Kedilere insan isimleri takmamız ondan. İncik-boncuk isimleri de “Adından sıkılmayalım bari” duygusuyla koyuyoruz. Sahiplenince birlikte sıkılıyoruz; biz sıkıntımızı onunla hafifletiyoruz da, insan kediyi oyalayacak enerjide, zenginlikte değil.  Vah “Sıkılan İnsan”ın şekilden şekile soktuğu kedilere… 

Kediden farklı ama köpekler de sıkılıyor, uf pufluyor, esniyor, uzaklara dalıyor kimi zaman. Onlarınki daha içe dönük sanki. Uzanıp, tek göz hafif aralık kestirdiklerinde hissedebiliyoruz da, mahpus voltasına başlayınca fark ediyoruz sıkıldıklarını. Yalnız değillerse, sıkıntıları da sahipli. Sahibiyle birlikte bir nevi sevgili sıkıntı… Sevgileri daha müebbet, o nedenle kıskançlıkları kedilerden daha derinde sanıyorum. Sıkılmaları da daha melankolik.

Biz hepsinden biraz sıkıldık

Geçen yıl bahçede yazı yazarken bir bakış hissettim üzerimde. Gecenin medeniyete meydan okuyan sessizliğinde, görüş yelpazemin uzağında, en ucunda sanki bir kıpırtı… Bir baktım, solumda, sundurmanın ucunda bir baykuş. Başını “The Exorcist”deki Linda Blair gibi çevirmiş… Bana büyük bir ciddiyetle bakıyor. Kaşı çatık, gözünü kırpmadan… Bir canlı böyle asık suratla, çatık kaşla bu kadar mı sevimli olur…

Ürküp de kaçmasın diye usulca döndüm o tarafa. Uçmadı uzun süre, öylece baktı, baktı… Epeyce bakıştık iki gece kuşu, iki gececil canlı merakıyla. (²) Sonra -inanın- “Offf pufff”a benzer bir ses çıktı, olmadık seslere uygun hançeresinden. Uçtu gitti; biraz uzaktan duydum “U uuu”lu türküsünü. “Sıkılmış dedim, çok sıkılmış…”

Bir kuşak gaz lambasının fitiline sıkıldı, durma islenen şişesine, ışığı dibine vuran muma, sonraki sistematik elektrik kesintilerine, öbürü inip çıkan voltajına, şimdiciler internet hızına… Bizim kuşak dersen; biz hepsinden biraz sıkıldık. Sıkıntılarımız çağ kokteyli… Ortaya karışık.

Sonrakiler nasıl sıkılacak?

Ömrümü maalesef aşacak meraklarımdan birisi, insanların mesela yarım asır, hatta bir asır sonra neye, nasıl sıkılacağı? Hangi sıkıntıları geride bırakacaklar da, hangi “yeni”lere sıkılacaklar? Her boya zaten boyanacak da, fıstıkî yeşil de mi kalmayacak?

Yaşasaydım da, “Yahu bari buna da sıkılmayın artık” diye homurdansaydım keşke. Sonra onlara o kocamış muhabbetle, “Bizim zamanımızda…” diye başlayıp, muhtemelen pek duymadıkları, takmadıkları kutsal sıkıntıları anlatsaydım. Edip Cansever’i de katarak elbette; Ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının /Biz böyle sıkıldık, ya onlar nasıl sıkılacak”.

Herhalde sonrası kalmayınca bitecek can sıkıntısı. Önce insan gidecek, ardından da öznesiz kalan sıkıntısı… Henüz dizide sonrası var. Gelecek hafta sıkıntının farklı hâllerine, “derin”inin yanısıra Yüksek Sıkıntı Mühendisliği’ne ve hobi olarak, amatörce sıkıntıya filan değinmeye çalışacağım. 

(¹) Fener Gemisi’nin kaptanı: Bir film izlemiştim yıllar önce… Başrollerini Klaus Maria Brandauer ile Robert Duvall’in paylaştığı, 1985 yapımı“The Lightship (Fener Gemisi)”. Bir zamanlar, deniz ulaşımı için önem taşıyan rotalardaki karaya deniz feneri yapılamayan ücra, tehlikeli kayalıklara, üzerinde yaşam olmayan adacıklara, hurdaya çıkan gemileri bağlarlarmış. Başka bir işe yaramayan, sefere çıkamayan harap gemiden, sabit deniz feneri! Bir yere gidemese de, “fener” görevini sürdürmesi, kayalıklara filan bindirmemesi için birkaç personele ihtiyaç duyan “gemi”ye, şu ya da bu nedenle ıskartaya çıkarılan yahut cezalandırılan bir kaptan da atanırmış. Hayatı açık denizde geçen kaptan, artık kayaya demir atmış, hiçbir yere gitmeyen bir gemide… Bana can sıkıntısını, gün gelip de bir yere demir atan ve artık hiçbir yere gitmeyen hayatları hatırlatıyor.

(²) “Gececil”e dönüşen canlılar: Bu arada birçok gündüz canlısının, “gececil”e dönüştüğünü ortaya koyan ciddi kanıtlar, araştırmalar makaleler var. İnsanın doğaya pervasızca yayılması, şehirleşmesi, gürültüsü, müdahalesi, şiddeti, avcılığı, yarattığı rahatsızlık, sıkıntı, gündüz gezinen, avlanan, yiyecek arayan hayvanları gececil olmaya itiyor. Onların “sıkıntı”sı çok farklı: Hayatta kalma çabası… Mekânsal ayrılma mümkün olmayınca, zamansal ayrılma… Bunu bazı insanlarda da görüyoruz değil mi?

- Advertisment -