“İnsanın birazcık ekmeği olsa! Sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği, bir küçük nefis çavdar ekmeği! Hem yürüyor hem de bu en iyisinden çavdar ekmeğini hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! Açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygulandım, ağladım. Sefaletim bitip tükenmek bilmiyordu! Ansızın sokağın ortasında durdum, vurdum ayağımı yere, bastım küfrü…”
Yukarıdaki satırlar, çok etkilendiğim romanlardan biri olan Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanından alıntı. Yazarın kendi gençlik yıllarında yaşadıklarını kaleme aldığı romanın, aradan bir yüzyıl geçmesine karşın hâlâ güncelliğini koruyor olması, ‘insanlık utancının’ hiç değişmediğini gösterir bize… Her ne kadar yazar sonradan, dünyayı felakete sürükleyen Hitler hayranı olsa da bu onun yazdığı gerçekçi romanı hafife almamızı gerektirmez. Aksine, ‘dünyadaki tokların’ aç bıraktığı milyonlarca insanı anlayabilmek için yeniden, tekrar tekrar okumayı gerektirir.
Tok ve modern dünyanın (!) daha da fazla yiyebilmek için başlattığı savaşlarda, ülkemiz mültecilerin sığınma limanı oldu. Canlarını kurtarmaları önemliydi; gelenler kurtardı bir şekilde. Ya kopup geldiğin yurdundan yeni geldiğin yerde tutunmak, hayatta kalmak ve en önemlisi açlıkla mücadele etmek, işte asıl zor olan oydu…
Suriye ve çevrede yaşanan savaşlardan sonra ülkemize gelen 2,5 milyon mülteciden biri de Delil’di. Delil, üç yıl önce eşi ve bir çocuğuyla birlikte kaçıp Türkiye’ye gelmişti. İstanbul Bağcılar’da tek göz bir oda tutup yaşamaya başladı. Konfeksiyon atölyesinde asgari ücrete iş bulmuştu. Bu arada ikinci çocuğu oldu Delil’in… Ona, 60 kişiyle bindiği lastik botla ölüm yolculuğunu aşarak karaya çıktığı Yunanistan’ın Midilli Adası’nda rastladım. Botları batmak üzereyken Yunan sahil botunun kendilerini kurtardığını anlattı önce. “Neden bu ölüm yolculuğuna çıktın?” diye sordum. Bana biri kucağında diğeri eteğine yapışmış iki çocuğuyla karısını gösterdi. “Tutunamadık İstanbul’da. Kiralar çok pahalı, geçim zordu. Açlık çekiyorduk…” dedi. Sustuk o an karşılıklı.
Delil’in anlattıkları köyümdeki büyüklerden dinlediğim bir hikâyeye götürdü beni. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Dedem Dursun Ali, arazi olmadığı, olsa da mısır ve kabaktan başka bir şey yetişmediği için sekiz çocuğun nafakasını gurbet ellerde arıyordu. Geçimini kalaycılık ve çatı ustalığı yaparak sağlamaya çalışan Dursun Ali’nin yakın çevrede gezmediği il, köy kalmamıştı. Yine de yetiştiremiyordu dokuz boğaza… Bir gün muhtar Şaban Emice, köy halkını meydana topladı. “Rize Valisi’nin yanından geliyorum. Vali, köyde yoksulluk, açlık çekenler varsa isim yazdırsın. Van’da devlet onlara yer gösterecek toprak verecek” dedi. Köyde Van’a gitmeyi göze alan iki kişi çıktı. Dedem ve geçindiremediği çok boğazı olan Ahmet Emice…
Bir süre sonra dedemi valilikten çağırdılar. “Neden gitmek istiyorsun?” diye sordu, çağıran memur. “Çocuklarımı geçindiremiyorum. Onlar aç…” diye cevap verdi dedem. Dedem Van’a gitmek için hükümetten haber beklerken yıllar sonra ortaya çıktı işin iç yüzü. Valilik köylerdeki gerçek yoksullara yardım etmek istiyordu ve toprağını terk etmeyi göze alabilecekleri test etmek istedi. Bir gece karanlıkta fındık ağaçları arasından un, şeker, buğday, bulgur çuvalları taşındı muhtar Şaban’ın evine. O taşınan gıda yardımı, hiçbir zaman dedem ve Ahmet Emice’nin evine ulaşmadı.
Babaannem Nafiye inanılmaz bir kadındı. Her zaman evin iktidarı ondaydı ve kızardı atılan yiyeceklere. Onun sofrasında tabakta yemek bırakıp kalkamazdınız. Hele ekmek parçası gördü mü dellenirdi, zorla tıkardı insanın ağzına. Bir keresinde son lokmayı ağzıma tıkmaya çalışan babaanneme “Patladum babaanne, eldureceksun beni yedirmekten!” diye isyan etmiştim. O an gözleri büyüdü, kocaman oldu. Ve haykırdı: “Ben senun babani ve diğer çocuklarumi doyurmak içun misir bulamazdum. Misirun kutunusini (koçan) deremende öğütüp, bulamaç yapıp yedirurdum. Sen yemek beğenmeyisun.” Ne zaman tabakta yemek bıraksam o an babaannemin o haykırması çınlar beynimde; “Ula kopeli yiyeceksun habu lokmayi…”
Hikayeye Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanıyla başladık onunla bitirelim: “…Yüksek sesle dünyanın bütün güçlerine cehennem azapları diledim”.
* Yazı Cins Dergi'nin Kasım sayısında yayımlanmıştır…