Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde Yunanistan Başbakanı Kiryakos Mitsotakis’in ABD ziyareti sırasında kendisine gösterilen hüsnü kabul, Kongrede yaptığı konuşmada dolaylı bir şekilde de olsa ülkemizi eleştirdiği ve F16 satışları yapılmaması çağrısında bulunduğu için kendisini yok farz ettiğini ifade etmiştir. Bununla da yetinmeyip 1 Haziran tarihli AKP Grup konuşmasında Erdoğan Yunanistan ile Yüksek Düzeyli Stratejik Konseyini Anlaşmasını lağvettiklerini açıkladı. Konuşmasında Yunanistan ile müzakere yollarını kapattığı mesajını verdi.
İki ülke arasındaki sorunlar saymakla bitmeyecek kadar çok denebilir. Bunların önemli bir bölümünün geçmişi çok uzun olmakla beraber, 1923 Lozan Antlaşmasıyla kurulan dengelerin bozulmasından ve o Antlaşma ile daha sonra yapılan anlaşma ve mutabakatların hükümlerinin iki ülke tarafından farklı bir şekilde yorumlanmasından kaynaklandığı söylenebilir. Bu ihtilafların kataloğunu yapmak pek kolay değildir ama yine de benim gözümde en dikkat çekici olanlarına işaret etmek istiyorum bu yazıda. Ayrıca Türkiye’de pek alışılmış olmayan bir şekilde her iki tarafın da görüşlerine yer vermeye çalışacağım. Zira, uluslararası ilişkilerde bir tarafın tamamen haklı, diğerinin tamamen haksız olduğu durumlar pek nadirdir. Bizde ise hem iç, hem dış politikada uzlaşma kültürünün mevcut olmadığı gerçeğinin bir tezahürünü iktidar, muhalefet ve medyanın yıllardan beri bu meselelere bakış açılarında görüyoruz. Pek az konuda görüş birliği içinde hareket eden milletimiz dış politika ve özellikle Kıbrıs ile Türk-Yunan sorunları söz konusu olduğunda tek ağızla konuşmakta, karşı tarafın da geçerli savları olabileceği ihtimalini yok farz etmektedir. Bahsettiğim sorunların en önemlilerine hızlı bir şekilde göz atmaya çalışalım.
1. Adaların silahsızlandırılması: Lozan Antlaşmasına göre, Doğu Ege adalarının dört tanesindeki (Midilli, Sakız, Samos, Nikaria) güvenlik güçleri jandarma ve polis kuvvetleri yerel asayişin sağlanması ile sınırlıdır. Ancak bu konuda kesin bir rakam mevcut olmayıp, adaların silahsızlandırılmasından bahsedilmemektedir. (Madde 13). Bu dört Ada dışında kalan Limni ve Semadirek’in 1923 Boğazlar Sözleşmesi uyarınca silahsızlanmasını gerektiren hükmün 1936 yılında kabul edilen Montrö Sözleşmesi ile iptal edildiğini Yunanistan iddia etmektedir. Kanıt olarak da Türkiye’nin Atina Elçisi Ruşen Eşref Ünaydın’ın 6 Mayıs 1936 Yunanistan Dışişleri Bakanına yazdığı ve Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tarafından TBMM’de yaptığı bir konuşmada açıklanan mektubu öne sürmekte, Türkiye ise bu mektubun geçerli bir anlaşma teşkil edemeyeceğini belirtmektedir. Türkiye ayrıca Yunanistan’ı diğer dört adadaki askeri güç sınırlama yükümlüğüne uymamakla da suçlamaktadır. Son zamanlarda Lozan Antlaşmasında adaların silahsızlanma şartıyla Yunanistan’a bırakıldığı, bu şart yerine getirilmediği takdirde Türkiye’nin onlar üzerinde hak iddia edebileceği öne sürülmekte, ancak bu görüşün Antlaşmanın hangi maddesine dayandırıldığı açıklanmamaktadır.
On İki Adayı 1947 yılında İtalya’dan Yunanistan’a devreden Paris Antlaşması bu adaların askersizleştirilmesi konusunda Lozan’dan daha açık hükümler içermektedir. Ancak Yunanistan adalardaki askeri mevcudiyetini savunmak için ülkemizin bu antlaşmaya taraf olmadığını, dolayısıyla ona dayanarak hak iddia etmesinin hukuka aykırı olduğunu, ayrıca BM Yasasının 51 inci maddesine göre topraklarını koruma hakkına sahip olduğunu söylemektedir. Maalesef ülkemizde hem siyasilerin, hem de medyanın ağzından yapılan adalara yönelik talepler Yunanistan tarafından dış destek arayışlarında kullanılabilmektedir.
2. Adaların aidiyeti: Yunanistan Lozan antlaşmasının ilgili hükümlerinin (Madde 12 ve 15) açık olduğunu, Türkiye’nin üç millik alan dışında Gökçeada ve Bozcaada hariç adası olmadığını, bu durumun o tarihlerde Oniki Adanın sahibi olan İtalya ile 1932 yılında imzalanan anlaşmanın teyit edildiğini öne sürmekte, Türkiye ise Lozan Antlaşmasının ilgili hükümlerinin muğlak olduğunu, aidiyeti belirsiz adalar mevcut olduğunu, 1932 Anlaşması Ocak 1933’te TC Resmi Gazetesinde yayınlanmış olmasına rağmen geçerli olmadığı görüşündedir.
3. Hava sahası sorunu: Yunanistan 1931 yılında çıkardığı bir kararname ile adalarının etrafındaki hava sahasını 10 mile çıkarmıştır. Altı mil genişliğinde olan karasularından farklı bir genişliğe sahip olan hava sahası uygulaması dünyada olmamasına rağmen, Türkiye o tarihlerde ve çok uzun bir süre boyunca bu uygulamaya itiraz etmemiş, sorun ancak Türk-Yunan ilişkilerinin 1974 Kıbrıs harekatından sonra alevlenmeye başlamıştır. İt dalaşları zaman zaman görülmekte, sonra da durum sakinleşmektedir.
Ege hava sahasından geçecek uçakların kontrolü 1952 yılında yapılmış bir anlaşma ile Yunanistan’a bırakılmış, Türkiye Ege’de kendi karasuları dışında kalan hava sahasındaki denetim yetkisinden mahrum bırakılmıştır. 1970’li yıllardan beri Türkiye bu anlaşmanın değiştirilmesi talebinde bulunmaktadır.
4. Kıta sahanlığı: Türkiye Ege adalarının kıtalar kadar geniş bir deniz alanına sahip olamayacağını öne sürerek, Ege kıta sahanlığının denizin ortasından çekilecek bir çizgiyle bölünmesini istemektedir. Yunanistan ise Türkiye’nin taraf olmadığı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine göre meskûn adaların kıtalarla deniz alanları bakımından eşit haklara sahip olduğunu iddia etmektedir. 1976 yılında iki ülkeyi savaşın eşiğine getiren bu ihtilaf buzdolabına kaldırılmış olup, her iki ülke de tartışmalı sularda araştırma yapmamaktadır. Ege deniz dibinin hidrokarbon kaynaklarına sahip olmadığına ilişkin genel kanaat, bu sorunun yeniden alevlenmesini engellemektedir.
5. Doğu Akdeniz: Bu bölgenin geniş hidrokarbon kaynaklarına sahip olduğu anlaşılmaya başlayınca Ege sorunlarına benzer bir ihtilaf ortaya çıkmıştır. Türkiye Mavi Vatan doktrinini öne sürmüş ve Libya ile imzaladığı bir sınırlandırma anlaşmayla bölgede Yunanistan’ın hiç hakkı yokmuş gibi davranmıştır. Yunanistan ise yine Deniz Hukuku Sözleşmesini öne sürmüştür.
6. Azınlık sorunları: Lozan Antlaşması ile her iki ülkenin diğerinde kalan azınlıkları arasında bir nüfus dengesi öngörülmüştür. Zaman içinde Türkiye’deki Rum azınlığı kaybolma noktasına gelmiş, Batı Trakya’daki Türk azınlık (Lozan’da Müslüman deniyor) ise sayısını muhafaza etmiştir. Dengenin kaybolması şüphesiz azınlık sorunlarına serin kanlı ve yapıcı şekilde bakılmasını güçleştiriyor.
İki ülke arasındaki başlıca sorunları bir yazının getirdiği hacim kısıtlamalarını da göz önünde tutarak sıralamaya çalıştım. Şüphesiz tüm okuyucularımız bu özetle ve dile getirdiğim görüşlerle mutabık olmayacaktır. Zaten öyle olmasını beklemem.
Ancak, listeye bakınca, talepte bulunan ülkenin genelde Türkiye olduğu görülmektedir. Hatta ülkemizi “revizyonist” yani mevcut düzeni değiştirmek istemekle suçlamaktadır. Yunanistan özellikle adaların mülkiyeti konusunun Lozan Antlaşmasında çözüldüğünü, ülkemizin bu Antlaşmayı sorgulamaya çalıştığını öne sürmekte ve maalesef iç ve dış politika saikleriyle Lozan’ı tartışmaya açan ülkemizdeki çevreler Yunanistan’ın görüşlerine istemeden de olsa destek vermektedir.
Yunanistan’ın ülkemizden istediği şeyler de haliyle yok değildir. En önemlisi diğer AB ülkeleri gibi sığınmacıların Yunanistan topraklarına geçişini engellemesini beklemektedir. Ancak bu soruna Türkiye’ye güvenerek bir çözüm bulunamayacağı görüşünden hareketle hudutta duvar örme yoluna gitmektedir. Yunanistan ülkemizle olası bir çatışmaya karşılık, silahlı kuvvetlerini en modern uçak ve gemilerle teçhiz etmekte, ayrıca ülkenin çeşitli bölgelerini ABD üslerine açarak hem ABD askerlerini olası bir çatışmada bir çeşit canlı kalkan olarak kullanmaya hem de Türkiye’de ABD ve Batı karşıtlığının her çevrede yükselmekte olmasından yararlanarak Yunanistan’ın ABD için Türkiye’den daha güvenilir bir müttefik olduğu mesajını vermeye çalışmaktadır.
Böyle bir durumda Yunanistan ile konuşmaktan ve ikili sorunları müzakere yoluyla, bu da mümkün değilse çoğunun temelinde hukuk kurallarının uygulanmasına yönelik ihtilafların bulunduğu hususu göz önünde tutularak tahkim vasıtasıyla çözmeye çalışmaktan başka bir seçenek olabileceğini düşünmek akla ziyandır. Geçmiş performansımıza bakılırsa Yunanistan ile gerginliğin yükselmesi hep o ülkeye yaramış, itidal çağrıları Türkiye’ye yöneltilmiş, krizlerin meyvesini de Yunanistan toplamıştır. Almanya Şansölyesi Scholz’un geçtiğimiz hafta Yunan tezlerine destek veren konuşmasında bunu yeniden gördük.
Ancak tabiatıyla, son 50 yılda her iktidar tarafından yaratılan maksimalist beklentilerin yerine daha gerçekçi çizgiler takip etmenin sorunların çözülmesi için olmazsa olmaz şartı teşkil ettiği de bir vakıadır. Maalesef, kullanılan söylem beklentileri had safhaya çıkarmıştır. Bunu yapan da sadece iktidar değildir. Ege sorunları ile ilgili olarak CHP üst yönetimi tarafından hazırlanan gerçekçi bir çalışma kağıdının parti içinde ve dışında nasıl bir infiale ve hala devam eden bir cadı avına yol açtığı tabii ki hatırlardadır.
Dolayısıyla Yunanistan ile sorunlara çözüm arayışı maalesef her renkten siyasilerimizde eksik olan büyük bir sağduyu ve cesaret gerektirecektir. Bunun işaretlerini ne iktidarda ne muhalefette ne sivil toplumda ne de birkaç istisna dışında medyada görmek mümkündür. Ve biz zemin kaybederken, Yunanistan durumdan faydalanmakta ve durumu kendi avantajına kullanmaktadır. Ukrayna savaşında Rusya’nın tezlerini destekleyen bazı yorumcularımız Rusya’nın yaptığı gibi komşu ülkeye saldırmayı gündeme getirmek istemekte, ancak bazılarının göz diktiği adaların nüfusunun nerede ise tamamımın Yunanlı olması böyle bir saldırıyı imkansız hale getirmektedir. Rusya’nın Ukrayna’da karşılaştığı ve beklemediği mukavemet de kaba kuvvetle sorun çözmenin pek de kolay olmadığını açıkça kanıtlamaktadır. Bu nedenle bu söylemin bir an önce terk edilerek, ılımlı bir dil kullanılması ve kamuoyunun dengeli bir çözüme hazırlanması ülkenin çıkarları için elzemdir. Ancak bizdeki siyasi atmosfer bunu maalesef uzun bir süre daha engelleyecek gibi gözüküyor. Bu arada ülke zemin kaybetmeye devam edecektir.