Bilimsel dünya görüşünün kaçınılmaz sonuçlarından birisi de ölümün sekülarizasyonu olmuştur. Tıpkı doğa gibi adeta ölümün de tılsımı bozulmuştur. Tıp ölümü bir manevi geçiş olarak değerlendirmekten uzaklaşmış, ruhların bakımı artık yerini hayata yıllar ekleme uğraşına bırakmıştır. Tıbbın rehberliğinde yıllara hayat ekleyen bir tasavvur değil, hayata yıllar ekleyen bir tasavvur vardır. Ölüm döşeğinde rahip ve imamların yerini doktor ve hemşireler almış, hastane idarecileri ve yaşam destek üniteleri, neredeyse görünmez hale gelen aile üyelerinin ve maneviyat erbabının yerini doldurmuştur. Artık ölüm başka bir varoluşa açılan kapı değil, def edilmesi gereken bir beladır. Bir insanlık durumu değil, tıbbi bir sorundur. Pek azımız sevdiklerimizin ölümüne tanık oluyoruz artık, ölüm anı itina ile gözlerden uzak tutuluyor. ‘Ölümün binlerce kapısı var, insanlar çekip gidebilsin diye’ demişti John Webster. Şimdi o kapıları hastane odalarında sıkı sıkıya kapamanın derdindeyiz.
Bir istatistiğe göre ABD’lilerin yüzde sekseni ve İngilizlerin üçte ikisi modern seküler hastanelerde can veriyor. Batı dünyasında ölüm gibi ölüm sonrası hizmetler de giderek sekülerleşiyor ve cenaze törenleri, öte âleme göçen kişinin ruhuna dua edildiği bir mecra olmaktan ziyade onu anlatan, onunla ilgili anıları paylaşan bir tür anma merasimine dönüşüyor. Müteveffa artık Allah’tan günah ve taksiratının affedilmesi dilenen bir kişi değil, o anda hayatı kutsanan insandır. Modern Batı’da, cenaze merasimi gibi, ölü bedenle ilgili işlem de sekülerleşmiş ve geleneksel gömülmenin yerini yakılma almıştır. Bugün İngilizlerin yüzde yetmişinin bedenlerinin ölüm sonrasında yakılarak küle dönüştürüldüğü bildirilmektedir. ‘İman kişinin özel meselesidir’ yollu seküler/Hıristiyan düşünce, modern ölümü de bir özel seçim meselesine dönüştürmekte ve ona kendi rengini vermektedir. Protestanlıkta müteveffa için dua istenmez, sekülarizmde ise insanın ölümden sonra da var olmaya devam edeceği düşüncesi inkâr edilir. Artık ölü kişiye ihtimamın yerini bir bellek söylemi almıştır: ‘Seni asla unutmayacağız’. Çağdaş yas kuram ve terapisi de bu seküler zeminde yükselir.
Fransız toplum tarihçisi Philippe Aries, ölümle ilgili gelenekleri anlattığı klasik kitabında ölmenin modern zamanla birlikte çirkin ve pis bir şey olduğunu ve bizim çirkin ve pis şeylere tahammülümüz olmadığını söylüyor. Bu yüzden ölümün gözlerden uzak, tecrit edilmiş yerlerde gerçekleşmesi gerekiyor: ‘Duyularımız artık, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, acı ve hastalıkla birlikte günlük hayatın parçası olarak düşünülen görüntülere ve kokulara tahammül edemiyor. Fizyolojik etkiler günlük yaşamdan, aseptik hijyen, tıp ve ahlak dünyasına kaydı. Bu dünyanın mükemmel tezahürü ise, hücre disiplininin hüküm sürdüğü hastanedir… Her zaman itiraf edilmese de hastane, ailelere ne dünyanın ne de kendilerinin dayanabildiği uygunsuz hastaları saklayabilecekleri bir ortam sunar… Hastane tek başına bir ölüm mekânı haline gelmiştir’. Oysa geçtiğimiz çağlarda, ecel saati çatana dek, geride bıraktıklarıyla helalleşmesine ve onlarla son bir paylaşım yaşamasına izin verilirdi insanın. Ölüm döşeğindeki kişiden bu asla esirgenmez, o kişi de bu hakkından kolaylıkla feragat etmezdi. Sherwin B. Nuland’ın satırlarıyla : ‘Gerek ölen kişi gerekse sevdikleri içinbir teselli olurdu bu son paylaşım, hem ayrılığın hem de ayrılık öncesinde muhtemelen yaşanmış olan büyük acıların tesellisi. Çoğu insan için bu son paylaşım, iyi bir ölüm güvencesi anlamına gelmekten öte, Tanrının ve ölümden sonraki hayatın var olduğuna dair bir umut kaynağı olurdu’.
Modernlik öncesinde insanın öleceğini bilmesi gayet doğal bir şey olarak tasavvur ediliyordu. Bugün aile ve hekim, ölüme mahkûm bir hastadan durumun ciddiyetini saklamayı şiar ediniyor. Yeni bir ahlaki kural olarak, hastanın ölümünden habersiz olarak ölmesi devrededir artık. Aries’in ifadeleriyle, “Bir eşin veya akrabanın şu sözlerini kaç kere duymuşuzdur: ‘Tek tesellim onun öleceğini hiçbir zaman hissetmemiş olması’. ‘Öleceğini hissetmemek’ deyimi, günümüz dilinde 17.yy’ın ‘yaklaşan ölümü hissetmek’ deyiminin yerine geçmiştir”.
Ölen kişi artık bir çocuk gibi himaye altına alınmaktadır. Aile onun yapmak ve bilmek zorunda olduğu şeyleri ondan daha iyi bilmektedir ve hasta kendi ölümüne hazırlanma, onu bilme ve düzenleme hakkından mahrum bırakılmaktadır. Tolstoy bu dönüşümü İvan İlyiç’in Ölümü’nde çok güzel betimler: ‘Kendimi aldatmanın anlamı yok. Ölmekte olduğumu herkes görmüyor mu ve ben de görmüyor muyum?’ diye sorar kendine kahramanımız. ‘İvan İlyiç’i en çok üzen şey herkesin yalan söylemesiydi. Sanki ölmek üzere değilmiş de sadece hastaymış, eğer sakin olursa ve tedavi görürse her şey yoluna girecekmiş gibi davranıyorlardı. Oysa ne denli uğraşırlarsa uğraşsınlar durumun düzelmeyeceğini, ağrılarının daha da artacağını ve öleceğini adı gibi biliyordu. İşte bu yalan ona acı veriyordu.’
Ölmek üzere olan kişi bunu bilmemesi gereken kişidir artık. ‘Ölüm ertelendi ve hastaneye gitmek için evi terk etti: her günkü bildik dünyada yok artık. Bugünün insanı ölümü yeterince sık ve yakından göremediği için unuttu: ölüm vahşileşti ve artık onu sarmalayan bilimsel cihazlara rağmen, günlük yaşamın alışkanlıklarının mekânı olan evin odasından çok, aklın ve tekniğin mekânı olan hastaneyi altüst ediyor’ der Aries. Artık ileri sanayi toplumlarında ölüm, temel yasak olarak cinselliğin yerini almıştır.
Ancak hikâye burada bitmiyor.
Endüstri sonrası toplumlarda hayatı tehdit eden hastalıklar artık giderek daha erken tanınıyor. Hayat biraz daha uzatılabilse de kanser, AIDS veya kalp hastalığı gibi hayatı sonlandırabilen hastalıklar tamamen yok edilebilmiş değil. Bu durumda endüstri sonrası toplumlarda giderek daha fazla insan son yıllarını ölümcül bir hastalığın koynunda geçiriyor. Bu da onlara ölümlülüğün ışığında nasıl yaşamak istediklerini düşünecekleri bir zaman bırakıyor. İnsanlar yas ve bakım süreçlerini artık maddecilik ötesi (postmateryal) değerlerle yaşamayı yeğleyebiliyor. Sağlık sisteminin insanı bir bütün olarak değerlendirmesi ve postmateryal bakışla birlikte ölmekte olan insana yaklaşım da değişiyor. Ölüm artık bir tıbbı yetmezlik hali olarak değil, profesyonel tıbbi bakışı aşan bir merhametle ele alınmayı gerektiren bir süreçtir. Sözgelimi geleneksel İslam ve Hindu merasimlerinde, kalanların duygularından ziyade giden kişinin manevi menzili önemlidir. Maddecilik ötesi yaklaşım, insanların değer sistemlerini dikkate alan bir manevi bakım önerir ve ruhun bakımını yeniden öne çıkarır.
Biz hekimler, Sherwin B. Nuland’ın harikulade kitabı ‘Nasıl Ölürüz?’ de dile getirdiği gibi bilgimiz arttıkça daha da kibirli hale geliyoruz. Bilimsel bilgi alanında patlama tarzında bir çoğalmaya tanık olsak da hâlâ istediğimizin çok daha altında bir kontrol gücüne sahibiz. Ölüme karşı savaşı kaybedeceğimizi anladığımızda zamanlamayı kontrol etmeye ve son noktanın konacağı anı belirlemeye çalışırız. Böylece kontrol konusunda asıl söz sahibi olması gereken kişileri, hastayı ve ailesini bu haktan mahrum bırakabiliriz: ‘Modern çağda tıp mesleği büyük ölçüde, klinik bilimlerde, hedefin zafer kazanmak olduğu bir alıştırma haline gelmiştir. Bilim insanının nihai hedefi, bilgiyi bilgi aşkı için edinmek değil, düşmanca olarak algıladığı yaşadığımız çevreyi alt etmesini sağlayacak bilgiye erişmektir. Ne zaman bir hasta ölse, doktor, kendinin ya da insanlığın doğa üzerindeki gücünün sınırlı olduğunu ve sonsuza dek sınırlı kalacağını hatırlar’.
Atul Gawande’nin Being Mortal adlı kitabında tartıştığı gibi, tıp sadece sağlık ve hayatta kalmakla ilgili değildir. Aynı zamanda iyilik hissimizle de ilgilidir. Palyatif bakım ölmekte olan hastaların bakımıyla ilgili son yıllarda öne çıkan bir alan olarak bize şu can alıcı soruları sordurur: Hastalık gelip çattığına göre bunu ve olası sonuçlarını nasıl anlamalıyız? Korku ve ümitleriniz nedir? Neyi bırakmaya razısınız, neyi tutmak istersiniz? İnsan olmak sınırlı bir varlık olmak demektir ve bakım veren meslekler de mütevazı olmalı, insanın sınırlarını kabullenmelerine kılavuzluk etmelidir. Tıp mesleğindeki insanlar olarak bazen bir şifa sunar, bazen de hiç işe yaramayabiliriz. Ancak neyi sunarsak sunalım, müdahalelerimiz içerdikleri risk ve fedakarlıklarla, sadece insan hayatının o büyük amaçlarına hizmet ettiği kadar anlamlıdır. Bunu unuttuğumuzda, yol açtığımız acı devasa boyutlarda olabilir. Hatırladığımızda ise hastalarımızın ruhunun en derinlerine dokunmuş oluruz.