Eyyûbiler döneminde Ortadoğu ve İslâm coğrafyası, çok büyük acı ve katliamlara maruz kalmadan yaklaşık yüz yıl nisbeten istikrar içinde yaşadı. Eyyubilere kadar İslâm âlemi için en büyük tehlike, Haçlı Seferleriyle batı’dan gelmekteydi. Ancak Eyyûbilerden sonra batı giderek tehdit unsuru olmaktan çıktı ve bu kez doğudan, daha doğrusu ta Asya’dan gelen tehlike Ortadoğu ve İslâm âlemi için büyük bir belaya dönüşüverdi. Hıristiyan Haçlılar ve Müslüman hükümdarlar gerektiğinde kimi konularda anlaşabilmekteydi. Neticede her iki taraf da tek bir Tanrı veya Allaha inanıyordu; üstelik ne İslâmda, ne de Hıristiyanlıkta, düşman dahi olsa bir topluluğu külliyen soykırıma tabi tutmak gibi bir uygulama mevcuttu. Bir de, savaş sırasında aman dilendiğinde, eğer lider soysuzun biri değilse, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, genellikle insanların canlarını bağışlama konusunda merhametli davranılırdı. Zaten Selahaddin’i Haçlılar nezdinde saygın kılan en önemli özelliği, merhametli ve sözünün eri olmasıydı.
Eyyûbilerden sonra baş gösteren tehlike
Ortadoğu ve İslâm âlemi için Asya’dan gelen tehlike, Eyyûbilerin son döneminde baş gösterdi. 1231 yılında Moğollar Urfa (Edessa), Harran, Saruğ, Amid, Mardin, Nisib, Meyyafarıkin ve Musul’u işgal edip önüne geleni kılıçtan geçirince, Eyyûbi prensleri Mısır sSultanı el- Kâmil etrafında toplanarak Moğollara karşı savaş hazırlıklarına başladı. Sultan topladığı ordu ile 1232’de Fırat’ı geçti. Mısır’dan sonra Meyyafarıkin (Silvan), Sincar ve Nisib’den de asker toplayarak Harran’a varıp Moğolları bir ay orada bekledi. Ancak Moğollar el-Kâmil’in Harran’a vardığını duyduklarında apar topar geri çekildiler.
Süryani Vakanüvislerin “Büyük Kurnaz” diye söz ettikleri el-Kâmil’in 9 Mart 1238’de vefat etmesinden sonra, Kürt Eyyûbi hanedanında tüm iktidarı elinde toplayacak bir lider ortaya çıkmadı. Eyyûbi prensleri arasında çekişmeler yönetimde büyük gerilemelere sebep oldu. Memlûk adıyla anılan askerî köleler (ve onlardan oluşan hassa ordusu), son Eyyûbi sultanı el-Muazzam Turan Şah’ı tahtan indirdiğinde, artık Suriye ve Mısır aynı ellerde değildi; Moğollara karşı kuzeyden güneye uzanan birleşik bir barikat kalmamıştı. Bağdat’taki halifeler ise dini ve siyasi otoritelerini genişletme peşindeydi, ancak özellikle son dönemde perspektifleri, dışarıdan gelecek tehditleri bertaraf edebilecek ferasetten uzaktı. Başka şeylerle meşguldüler. Örneğin Abbasi halifesi el-Nâsır, 1176’da Myriokephalon’da Bizans ordusunu yenen Rum Selçuklu sultanı II. Kılıçarslan’ın (1113-1192) evli olan kızına âşık oldu. Ahlat’tan yola çıkmış olan Kılıçarslan’ın kızı Hatun, Mekke’ye hacca gitmek üzere Bağdat’a gelmişti. Halifeye Hatun’un güzelliğinden söz edildiğinde, derhal sarayın yaşlı kadınlarını gönderip kendisiyle evlenmek istediğini belirtti. Ancak genç kadın zaten evli olduğunu söyleyerek özür diledi. Hac ziyaretinden sonra ise, halifenin korkusundan Suriye üzerinden ülkesine dönmeye karar verdi. Lâkin bu plandan haberdar olan Halife el-Nasır, bir süvari birliği gönderip Hatun’u zorla Bağdat’a getirdi. Kadın Bağdat’a vardığında kocasının ölüm haberi de geldi; böylece el-Nasır, kadını sarayına eş olarak alabildi (Süryani Vakanüsler:285).
Cimri halifenin faydasız hazineleri
Son Abbasi halifesinin durumu daha da vahimdir. Hülagû’nun apaçık “Savaşa hazır olman gerekir. Çünkü ben karınca ve çekirge gibi kalabalık bir orduyla Bağdat memleketine doğru geliyorum” tehdidi karşısında bile halife, gerekli büyüklükte bir ordunun toplanması için hazineden para tahsis edilmesine müsaade etmemiş, daha doğrusu cimriliğinden kıyamamıştı. Oysa veziri, Abbasi devletinin adım adım sonuna yaklaştığının çok daha farkındaydı. Durumu askeri komutanlardan Süleymanşah bin Bercem, Fahredddin bin Kürdî ve Mücahideddin Aybek ile paylaştığında, onlar, “O [halife] eğlence sevenlerin ve maskaraların arkadaşı, askerin düşmanıdır. Biz ordu emirleri, onun babası zamanında ne toplamışsak, bunun zamanında sattık” diyerek halifeye küfretmiş, hakkında atıp tutmuşlardı.
Aslında halife son ana kadar, Moğolların Bağdat gibi kutsal bir kente saldırarak tüm İslâm dünyasını karşılarına almak istemeyeceğini düşünüyordu. Moğollar böyle bir çılgınlık yapsa bile, kendisinin bir çağrısıyla bütün İslâm dünyasının bir araya gelip Moğolları Orta Asya çöllerine kadar kovalayacağını hayal ediyordu. Ancak durum hiç de onun sandığı gibi değildi. 1242’den beri iktidarda olan Halife El-Mustasım, muhakeme kabiliyetinden yoksun bir insandı.
Sonunda Hülagû, 1258 kışında, ünlü generali (Hıristiyan Türklerden) Kitböke ve Rum diyarından (Anadolu’dan) gelen Baycu ile birlikte, Abbasilerin dini ve kültürel başkenti Bağdat’ın kapılarına dayandı. Gürcü ve Ermeni destek güçleri de Moğol ordusuna eşlik ediyordu. İki ordu 23 gün boyunca hiçbir şey yapmadan karşı karşıya bekledi (Süryani Vakanüvisler:297). Moğollar, Aşure günü sabahı Bağdat’ın en önemli savunma gücünü teşkil eden Davetdar ve İbn Kurdî’ye saldırdı. Bu arada Dicle üzerindeki bir bendi de yıktıklarından, Bağdat ordusunun arkasında kalan ovayı su bastı. Fetheddin bin Kurdî ve Kara Sungur’un komutasındaki Bağdat ordusu çamur ve bataklığın içinde kaldı. Suda boğulanlar hariç, Bağdat ordusundan on iki bin kişi öldü. Fetheddin bin Kurdî’nin kendisi şehit düşerken, Halife’nin başkomutanı Mücahideddin Aybek-i Davetdar, birkaç kişiyle birlikte kaçıp Bağdat’a dönebildi (Câmiü’t-Tevarih:41).
Halife’nin son çırpınışları
Sonun yaklaşmakta olduğunu gören halife, Vezir İbn el-Ekami, Necmeddin Abdulgani İbn Darnuş ve Piskopos Mar Makiha’yı elçi olarak Hülagû’ya gönderip, hayatlarını bağışlaması karşılığında tâbiyetine girmeyi ve düzenli haraç ödemeyi önerdi. Ancak Hülagû, gelen elçileri de alıkoyup teklifi reddetti. 10 Şubat’ta halife teslim oldu ve Müslüman savaşçılar hayatlarının bağışlanması koşuluyla silah bıraktı. Hülagû, silahlarını bırakanların canlarının bağışlanacağını söylemiş olduğu halde tamamı katledildi. Şehir ahalisi de kitleler halinde kentten dışarı çıkarken kılıçtan geçirildi. En büyük vahşeti Gürcü ve İber birlikleri gösterdi (Süryani Vakanüvisler:298). Bağdat 17 gün boyunca Bağdat’ı talan edildi. Sadece sarayın ve kamu binalarının zenginlikleri değil, tüm ev ve binalar yağmalandı. Hülagû, Nasturi Hıristiyan eşi Dokuz Hatun’un hatırı için Hıristiyan cemaatin mallarına dokunmadı.
Moğol hanı 15 Şubat Cuma günü Bağdat’a girerek saraya gitti ve halifeyi hazır etmelerini emreder. Hülagû Halife’ye, “Sen ev sahibisin ve biz de misafiriz. Bize yakışacak neyin varsa getir” der. Korkudan titreyen halife, hazinesinin anahtarlarını bile tanıyamadı. Birkaç kilit kırıldıktan sonra, iki bin elbise, on bin dinar, mücevherlerle süslü eşya Hülagû’nun önüne serildi. Hülagû bunlara iltifat etmedi ve hepsini emirlerine dağıttı. Halifeye, definelerin nerede diye sordu. Şimdi halifenin cevabını Câmiü’t-Tevarih’ten okuyalım: “Halife, sarayının ortasında altınla dolu bir havuzun olduğunu itiraf etti. Orayı kazdılar. Hepsi yüz miskallık tam ayar kırmızı altın doluydu. Halifenin haremlerinin sayılmasını emretti. 700 hatun, cariye ve bin hizmetkâr sayıldı. Halife, haremlerinin sayısından haberdar olduktan sonra ağlayıp sızlayarak ‘üzerlerine güneş ve ay değmemiş olan ehl-i haremi bana bağışla’ dedi. Hülagû, ‘bu 700 arasında 100 tanesini seç ve gerisini bırak’ dedi” (Câmiu’t- Tevarih:46).
Hulagû katliamlar ve yakıp yıkmalar sonucu nefes alınamaz hale helen Bağdat’ı 20 Şubat’ta terk etti. Aynı 20 Şubat Çarşamba günü halife ve yakınları Vakıf köyünde öldürüldü. Moğol tarzı infaz, halifenin bir çuvala konup atların nalları altında döne döne ezilmesi şeklinde gerçekleşti. Bazı Arap yazarlara göre ise halifenin bu şekilde öldürülmesinin nedeni, “bu adamın kanı yeryüzüne dökülürse, bir daha yağmur yağmaz ve buradan ateşler fışkırır” türü kehanetlerin Hülagû’yu korkutmuş olmasıydı (Abûl’l Farac, Cilt II:570).
Bağdat’ın düşmesinden sonra Halife Mustasım’ın müneccimbaşısı olarak da bilinen Emir Süleymanşah ve beraberindeki 700 kişi, elleri bağlı halde sorguya çekildi. Hülagû Süleymanşah’a, “Sen müneccim ve yıldızları bilen biriydin. Senin için feleğin uğurlu uğursuz durumları belli idi. Nasıl kendi kötü gününü görmedin ve neden efendine barış yoluyla bizim hizmetimize gelmesini nasihat etmedin” diye sorduğunda, Süleymanşah “halife müstebit ve uğursuzdu; iyiliğini isteyenlerin öğütlerine kulak vermiyordu” diye cevap verdi. Hülagû, Süleymanşah’ın ve beraberindeki 700 kişinin de idamını emretti.
Bağdat’ın işgalinden sonra, Hülagû’nun fermanıyla Nasırüddin Tusî için Meraga’da büyük bir rasathane inşa edildi. Böylece Nasırüddin Tusî’nin “fazileti”nin şöhreti dünyaya yayıldı. Moğollar yakıp yıkmaya ve ganimet toplamaya devam etti. Teslim olan ve aman dileyenleri dahi affetmediler. Sadece Bağdat’ta, erkek kadın, çocuk yaşlı demeden 80 bin kişiyi katlettiler (Amin Maalouf:223). Bir tek Erbil kalesindeki Kürtler Moğollara yiğitçe direndi. Hattâ bir gece ansızın kaleden çıkıp Moğolları darmadağın ettiler. Kaleyi zaptedemeyen Moğollar, Kürtlerin yaylaya çıkma zamanını kolladı. Sonra kaleyi ele geçirip surları yerle bir ettiler.
Otuz yedinci Abbasi halifesi el-Mustasım, belki de üzerinde oturduğu hazinelere güveniyordu. Ancak cimriliği, bilgelik ve ferasetten uzak oluşu, sadece kendisinin değil, beş yüz yıllık Abbasi hanedanının da sonunu getirdi.