Duygusallık milletimizin önde gelen özelliklerinden biridir şüphesiz. Ancak duygusallık her zaman iyi bir yol gösterici değildir.
Montrö Sözleşmesinden de bahsettiğim, Hilal Köylü ile yaptığım ve Serbestiyet’te yayınlanan söyleşim de bu duygusallığın bir tezahürüne yol açmıştır. Mal bulmuş mağrıbi gibi bu söyleşinin üzerine atlayan bazı çevreler bana her türlü hakareti etme hakkını kendilerinde görmüşler, okuduklarını anlamadan yargısız infaza geçmişlerdir. Aslında bu da milletimizin başka bir özelliğidir. Görüşlerine katılmadığınız kişiye her türlü hakaret ve suçlamayı yapmak sizin en tabii hakkınızdır.
Bu nedenle Montrö Sözleşmesine sakin kafayla bakma ve görüşlerimi daha ayrıntılı bir şekilde açıklama ihtiyacını duyuyorum.
Herkesin malumu Montrö Sözleşmesi 1936 yılında imzalanıp yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, Boğazların rejimi için 1923’te Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesine nazaran Türkiye’ye çok büyük yeni avantajlar sağlamış, bölge üzerinde egemenlik haklarını büyük ölçüde arttırmıştır.
Hatırlayalım: 1923 Sözleşmesi Boğazların yönetimini bir uluslararası komisyona bırakıyordu. Gerçi Türkiye o Komisyonun başkanlığını yürütüyordu ama yönetimi Sözleşmenin diğer imzacılarıyla paylaşmak zorunluluğunda kalıyordu. Gerçi özellikle savaş gemisi trafiğinin çok sınırlı olduğu o dönemde bunun pratik sakıncası belki sınırlıydı. Ancak daha ciddi sıkıntı, Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Marmara havalisinin silahsızlandırılması idi. Yani Türk ordusu o bölgeyi tahkim edemiyordu.
İkinci Dünya Savaşının yaklaştığı o dönemde bu rejimin devamının çok büyük sakıncalara yol açtığı açıktı. Nitekim Atatürk Türkiyesi bu rejimin değişmesini istediğinde itiraz edilmemiş, bir ay gibi kısa süren ve İsviçre’nin Montrö kentinde toplanan Konferanstan sonra Sözleşme 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanmıştır. Yeni Sözleşme, 1923 rejimini ortadan kaldırıyor ve yepyeni bir rejim ihdas ediyordu. Bu rejim hâlâ devam etmektedir.
Sözleşme imzalandığı tarihten itibaren ve yürürlüğe girmesi beklenmeksizin, Boğazların ve dolayısıyla İstanbul’un tahkimine imkan sağlamaktadır. Yeni geçiş rejimine göre ticaret gemileri için geçiş serbestisi olarak tanımlanabilecek bir rejim öngörülmesine karşın, savaş gemileri için bu serbesti önemli bir şekilde kısıtlanmaktadır. Genelde barış döneminde Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin lehine bir denge kurulmuş; onların savaş gemilerine bildirim zorunluluğu dışında fazla bir kısıtlama getirilmezken, kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine ise, tonaj, taşıdıkları silah, Karadeniz’de geçirebilecekleri süreler itibarıyla sınırlamalar getirilmiştir.
Sözleşme 20 yıl için yapılmış, 1956 yılından itibaren her beş yılda bir taraflardan herhangi birinin isteği üzerine tadil edilmesi imkanı öngörülmüştür. Ayrıca Madde 28’e göre, taraflardan herhangi biri 1956 yılından itibaren Sözleşmenin feshini isteme hakkına sahiptir. Bu da demek oluyor ki Montrö Sözleşmesinin Türkiye dahil tarafları, ilelebet devam etmeme ihtimalini dikkate almışlardı. Bu bakımdan Montrö, modern devletimizin kuruluş senedi Lozan Antlaşmasından ayrılmaktadır.
Türk hükümetinin Montrö ile amacı Karadeniz’in bir savaş alanına dönüşmesini engellemekti. Bu hedefe Montrö’den kısa bir süre sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı sırasında ancak kısmen ulaşılabilmiştir. Almanya ile ittifak halinde olan Bulgaristan ve Romanya, Tuna nehri üzerinden Karadeniz’e indirilen Alman denizaltılarına ev sahipliği yapmış ve bunlar Sovyet donanmasına epey zayiat vermiştir. Ayrıca iki Alman savaş gemisi ticaret gemisi olarak gizlenmiş ve Montrö’ye aykırı bir şekilde Boğazlardan geçerek Karadeniz’e çıkmıştır. Oysa Montrö’nün bugün tekrar yürürlüğe giren savaş durumları ile ilgili maddelerine göre, savaşan tarafların savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkmaması gerekirdi. Bu olay İkinci Dünya Savaşından sonra başımızı epey ağrıtmış ve Sovyet lideri Stalin’in Boğazlarda üs istemesi için gerekçe teşkil etmiştir. Bu isteğin ülkemizi ilk önce ABD ile ittifaka, oradan da NATO üyeliğine nasıl götürdüğü herkesçe malumdur.
Savaş sonrası dönem sakin geçmiştir. Bulgaristan ve Romanya Sovyet blokuna dahil olmuş, Karadeniz’de Sovyet ve Türk donanmaları dışında sürekli başka bir mevcudiyet olmamıştır. Sözleşmedeki silah tarifleri bir süre sonra teknolojinin gerisinde kalmış, ancak hiçbir zaman güncellenmediği için, kıyıdaş olmayan ülkelerin hangi gemilerinin Karadeniz’e geçmesine izin verileceği Türk makamlarının yorumuna bırakılmıştır. Bununla beraber NATO için çok büyük stratejik öneme sahip olmayan Karadeniz’de o dönemde herhangi bir kriz meydana gelmemiş, genelde ABD donanması senede birkaç defa sırf mevcudiyetini hatırlatmak için Sovyet gemilerini tehdit edebilecek silah taşımayan iki gemiyi Karadeniz’e çıkarırmıştır. Hatta, o dönemlerde sırf Karadeniz’e zaman zaman çıkarılmak için ve başka denizlerde pek kullanılamayan, silah gücü sınırlı iki geminin ABD envanterinde muhafaza edildiği ABD’li diplomatlar tarafından söylenirdi.
Bu sakin dönem Soğuk Savaş ile birlikte bitmiştir. Sovyetler Birliği dağılmış, Gürcistan ile Ukrayna bağımsız devletler olarak kıyıdaşlara katılmış, Bulgaristan ile Romanya da NATO ve AB’ne girerek Sovyet blokundan ayrılmıştır. Ancak Montrö ayakta kalmaya devam etmiştir. Rusya’nın Gürcistan’a 2008 yılındaki saldırısı sırasında o ülkeye yardım göndermek isteyen ABD gemilerine engel çıkarılmıştı.
Bugün çok vahim bir durumla karşı karşıyayız. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonucunda Karadeniz bölgesi savaşa sürüklenmiştir. Türkiye de 1945 yılından bu yana ilk defa olarak Montrö’nün savaşla ilgili hükümlerini işleterek Boğazları savaş gemilerine kapatmak durumunda kalmıştır.
Montrö’nün geleceği kanaatimce bu savaşın sonucuna bağlıdır. Savaşın Rusya’nın lehine, Ukrayna’nın haritadan silinmesi veya en azından bir Rus uydusu haline dönüşmesi ile sonuçlanması halinde, mevcut durum devam eder. Romanya ile Bulgaristan’ın tek başlarına muzaffer bir Rusya’yı karşılarına almak isteyecekleri şüphelidir.
Ancak Ukrayna galip çıkar, Moskova’da rejim devrilir ve Rusya, tarihinde ilk defa bir demokratik hukuk devletine dönüşürse, Karadeniz’deki dengeler değişir; o zaman savaş gemileri için yeni bir geçiş rejimi ve bölgede daha kuvvetli bir NATO mevcudiyeti gündeme gelebilir.
Bu tür gelişmelere hazırlıklı olmakta ve olası senaryoları belirlemeye, Atatürk’ün dahi bir gün değişebileceğini öngördüğü Montrö’yü tutku haline sokmaktansa gerçekçi politikalar üretmeye başlamakta fayda var.