Türkiye’de muhafazakârlık uzun on yıllar boyunca siyasi ve ekonomik merkezin dışında kaldı ve durumun değişmeye başlamasından sonra, süreci izleyenler esasen bu yolda alınan mesafenin boyutlarını izlemekle yetindi. Bu bakış, sanki bütün muhafazakârların siyasi ve ekonomik merkeze hep birlikte yürüdükleri gibi yanlış bir izlenim yaratıyordu; halbuki muhafazakârların bu yürüyüşü sırasında aralarında ciddi sınıfsal ayrımlar oluşmaktaydı ve yukarıda zikrettiğim topyekûncu bakış, gelişmenin bu yönünü görmekten mahrumdu.
Bunda tabii, seküler siyasetin ve seküler toplum kesimlerinin, muhafazakârların dünyasındaki hiçbir değişikliğin onların zihniyetlerinde herhangi bir değişikliğe yol açmayacağına dair özcü bakışlarının da rolü oldu.
Seküler siyasetin ve seküler toplum kesimlerinin bu tavrı, muhafazakâr dünyadaki değişimlerin görünür ve tartışılır olmasını istemeyen, değişimi gizlemeye çalışan muhafazakâr iktidar sahiplerinin de işine geliyordu.
Bütün bu nedenlerle muhafazakâr dünyadaki ekonomik-kültürel-sınıfsal ayrışmalar derinlerde işlemeye devam etse de satıha çıkamadı.
31 Mart seçimleri, bilhassa da 23 Haziran seçimleri, başka birçok şeyin yanı sıra bu ayrışmayı da satıha çıkardı, kristalize olmasını sağladı.
Seçim sürecine paralel biçimde okuduğum, son yazımda yan temalarından birine dair alıntılar yaptığım bir kitabın ana teması, bugünkü yazımın konusu…
Kitap, muhafazakârlar arasında ciddi sınıfsal ayrımların bulunmadığı dönemlerden bugünkü duruma nasıl gelindiğini Fatih ve Başakşehir üzerinden, saha araştırması ve yüzyüze görüşmeler yöntemiyle ele alıyor.
Yazar İrfan Özet, 2014 sonundan 2017 ortalarına kadar süren araştırmasında 71 derinlemesine görüşmenin yanı sıra katılımlı gözlem ve doküman incelemelerinden de yararlanmış.
Fatih’ten (dayanışmacı kapanma) Başakşehir’e (dışlayıcı kapanma)
Yazar, FATİH BAŞAKŞEHİR / Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus başlıklı kitabında (İletişim Yay., 2019), kendi ifadesiyle “21. Yüzyılın ilk yıllarından itibaren Türkiye’de yeni bir egemen blok haline gelen muhafazakârların, kent ortamlarında hayata geçirdiği habitusun dönüşümünü” konu ediniyor.
Yazara göre, 1950’lerden itibaren Anadolu’dan İstanbul’a göç eden muhafazakârlar, “ana hatlarıyla kolektif dışlamanın öne çıkmadığı, dayanışmacı ve içermeci bir kamusal deneyime sahip”ti. Günümüze geldiğimizde ise muhafazakâr kitle artık egemen bir topluluk oluşturmuştur ve bütün egemen topluluklarda olduğu gibi “dışlayıcı eğilimlerin merkezîleştiği” gözlenmektedir.
İrfan Özet, muhafazakâr cemaat içinde “dayanışmacı kapanma”nın temel sosyal eğilim olduğu 20. Yüzyılın son yarısını Fatih üzerinden ele alırken, “dışlayıcı kapanma”nın temel sosyal eğilim haline geldiği yeni dönemi Başakşehir üzerinden anlatıyor.
Muhafazakârlığın Fatih döneminde, dayanışmacı kapanma evresinin en temel özelliği bir kez daha sınanır ve doğrulanır: Kolektif düzeydeki dışlama eğilimleri uzun yıllar boyunca ortaya çıkmaz. Çünkü bu dönemde temel motivasyon, “dinamik bir ‘karşı ağ’ modeliyle baskın grubun tekelleşme alanlarına meydan okuma”dır.
Başta Karagümrük, Balat, Ayvansaray gibi dış mahalleler olmak üzere 1950’lerden itibaren Fatih’e akan muhafazakâr kitlenin karşısındaki baskın grup, gayrimüslimler ve dedeleri Osmanlı’ya uzanan İstanbul yerlileriydi.
Göçle gelen ve aralarındaki temel ilişki “dayanışma” olan muhafazakârlar karşısında bu kesimlerin direnebilmesi mümkün değildi:
“Sonra sonra biz bu insanları (gayrimüslimler – A. G.) buradan uzaklaştırdık. Kavgalarla, dövüşlerle…”
Bir başka tanıklık:
“Suriçi’nde Osmanlı’dan kalan beyaz yakalı kesim, bizim aramızda barınamadı. Daha doğrusu, bizimle komşuluk yapmak istemediler. Mesela ben sokağa çıktığımda ilahi söylüyordum. Şimdi bu adam nasıl duracak orada? Artık sokağı ben işgal ediyorum. Onlar, sokağa çıkamıyor.”
İrfan Özet, Fatih’teki dayanışmanın çeşitli görünümlerini (cemaatler, sivil toplum örgütleri, yardım dernekleri vb.) anlatırken, bir yandan da oralardaki değişimleri ve anlayış farklarını hatırlatarak okurlarını bir sonraki aşamaya; doğrudan doğruya muhafazakâr cemaat içinde ortaya çıkan dışlama eğilimlerine hazırlıyor. Muhafazakârlığın bu dönemi de kitapta Başakşehir merkeze alınarak anlatılıyor.
Dayanışmacılık rüyası sosyolojiye toslayınca…
Fatih muhafazakârlığı hiç kuşkusuz dışlama eğilimini hiç içermeyen bir yapıda değildi. Bu da vardı, fakat a) hâkim eğilim dayanışma olduğu ve b) mekânın yapısı nedeniyle herkes aynı mahallelerde içiçe yaşadığı için dışlayıcı kapanma “flu bir atmosferde” gelişiyordu.
Başakşehir ise “öncelikle kent merkezi dışında yer alması ve bütünüyle site-kent hüviyeti taşımasıyla Fatih’ten farklılaşıyor”du. Farklılaşma burada artık serâzâd yaşanabilirdi.
Başakşehir muhafazakârlığı yeni tüketim kalıpları, yeni kültürel kodlar ve bariz ekonomik farklılaşmayla ortaya çıkan ve böylece kendisini yoksul muhafazakârlığından önemli ölçüde ayıran yeni tipte bir muhafazakârlığı simgelemekteydi.
Kuruluşuna ve gelişimine dair kitapta yer alan somut bilgiler, Başakşehir’in başlangıçta muhafazakârlığın dayanışmacı anlayışını daha modern bir anlayışla ihya etmek amacıyla kurulduğunu gösteriyor:
“Başakşehir kendi içinde bir sosyolojik değişime tâbi oldu diyebiliriz. Komşularımız arasında geçmişte belediye işçileri, öğretmen, taksi şoförü vardı. Kiralar dolar bazında iki yüz dolara tekabül ediyordu. Belediye de ‘sosyal belediyecilik’ anlayışındaydı.” (TEKBİR Giyim yönetim kurulu üyesi Sadık).
Ne var ki sosyolojik gelişme ve oradan hâsıl olan yeni ihtiyaçlar siyasetin romantik-retrospektif arzularına galebe çalacak, zaman içinde, özellikle dördüncü etaptan itibaren Başakşehir denince akla sadece lüks/seçkin konut alanları gelecektir.
Yazara göre, yeni projelere konulan isimler bile buralara yerleşenlerin, kendilerini, bir zamanlar aynı mahallelerde birlikte yaşadıklarından sınıf kimliği üzerinden ayrıştırdıklarını gösteriyordu: Newista Life, Nova Residance, Evila, Mavera Konakları…
Buralarda yoksulluk yoktur artık. Hatta o kadar yoktur ki, çocukların gerçek dünyadan kopmaması için yoksulluk aranmakta ve çocukların onunla teması sağlanmaktadır:
“Başakşehir’de yoksulların olmamasının etkilerini özellikle öğrencilerimde görüyorum. Burada eksikliğin ne olduğunun gerçekten farkında değiller. Sırf bunun için okulda ‘Her Sınıfa Bir Yetim Projesi’ çıkardık. Hatta bunun da yeterli olmadığını düşündük. (…) Okulda yaptığımız toplantıda ‘Her öğretmenin sınıfını en az bir kere mülteci evlerine götürmesi gerektiği’ni kararlaştırdık. Şu an hemen her sınıfımız gidiyor.” (Yenidoğan Koleji’nde rehber öğretmen olarak görev yapan Begüm).
Muhafazakâr değerlere sadık kalarak sosyal gruptan uzaklaşmak
Muhafazakârlığın dışlayıcı kapanma evresine ulaşmasının, “dışarıda” kalan muhafazakârların dünyalarında farklı algıların doğmasına yol açmaması beklenemez. Bu kişiler muhtemelen muhafazakâr değerlerden uzaklaşmıyorlar ama yine muhtemelen bir zamanlar içinde yer aldıkları toplumsal gruplardan soğuyorlar ve onlardan uzaklaşıyorlar.
Türkiye’de İslamcı kimliğin yumuşamasında ve son seçimde şahit olduğumuz üzere başka kimliklere olan mesafenin azalmasında, muhafazakârların dünyasındaki bu sınıfsal ayrışmanın da önemli bir rolü olsa gerek.