Bir kısım siyaset yorumcuları, muhalefetin kapsamlı yeni ortak bir vizyon üretememiş; dış politikadan Kürt sorununun çözümüne, hukuk reformundan eğitim alanına kadar tepeden tırnağa yeni bir model etrafında birleşik bir ses oluşturmamış olmasını temel bir zaaf olarak tanımlıyor. Türkiye’nin yeni bir paradigmaya ihtiyacının olduğunu, bunu gerçekleştirebilecek bir fırsat eşiğinde bulunduğunu öne sürüyorlar. Ağırlıklı olarak iktidarın ekonomik, sosyal politikalarının başarısızlıklarını ve başkanlık sistemini eleştirmeyi merkeze alan ve “biz daha iyi yönetiriz” mesajı üzerinden güven yaratmayı öngören stratejinin yetersizliğine işaret ediyorlar.
Bu eleştiri ve uyarıların arkasında başlıca iki endişe yatıyor. Birincisi, bu tür risksiz, “minimalist” bir siyaset söyleminin Erdoğan etkisini kırmakta başarılı olamayabileceği dile getiriliyor. İkincisi, seçimler kazanılsa da, oluşacak iktidarın, üzerinde anlaşılmış kapsamlı bir vizyondan yoksun olması nedeniyle Türkiye’yi yeniden inşa etmekte zorlanacağına dikkat çekiliyor.
Bu eleştiriler, Türkiye’nin köklü bir yenilenmeye; yaşadığı ağır tahribatı aşacak güçlü bir sıçramaya ihtiyacı olduğuna inanan herkes için kulağa hoş gelen bir tını taşıyor. Ayrıca iktidara mesafe koymuş “kararsızların” muhalif partilere yönelmekte gösterdiği direnç de “biz daha iyi yönetiriz” çizgisinin yetersiz kaldığı kuşkusunu besliyor.
Bu “maksimalist vizyon” önerisinin tartışılmasında yarar var.
Muhalefetin çok parçalı çoğulcu yapısını, iktidarın gittikçe daralan dışlayıcı bir merkez elinde yoğunlaşmasına borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Birbirlerinden farklı yönlerde yürüyen (hatta kısmen çatışan) hassasiyetleri de barındıran siyasi kollar, dar otoriter bir iktidar gücü tarafından tasfiyeye uğradılar. Çok parçalılık, muhalefet aktörleri açısından bir tercih değil, nesnel bir durum. Bunun arkasında tarihsel birikim var. Siyasi elitlerin tarihsel tabanlarını dönüştürücü etkisinin de gelip dayandığı bir sınır olduğunu kabul etmek gerekir. Aktörleri, hassas dengeler üzerinde, nüanslara kafa yorarak, siyasetin sanat boyutunun hakkını vererek yürümeye zorlayan bir çok-renklilikle karşı karşıyayız. Onlar, hem kimliklerini gözetmek hem de güven veren birleşik bir güç yaratmak gibi paradoksal bir sorumlulukla karşı karşıyalar.
Böyle bir yapıdan, neredeyse (ABD’de olduğu gibi) iki partili bir sistemi çağrıştıran bir siyasal sahne çıkartmaya çalışmanın, bunu düşündürten öneriler geliştirmenin, gerçekçi de faydalı da olmadığı kanısındayım. Bu çok parçalılık, muhalif hareketin, bileşenlerinin tek başına ulaşamayacakları genişlikte bir seçmen tabanına yayılmasının da bir ifadesi aynı zamanda. Önemli olan, bu genişliğin aşındırılmadan bir güç birliğine dönüştürülebilmesi. Bu nedenle, bileşenlerin birbirlerini iten yönlerini bırakıp, çeken yönleri üzerine ortak zemin inşa etmelerini teşvik etmek gerekir. Öte yandan, iktidarla olan rekabetin tuzaklı alanlarından da uzak durmanın önemini unutmamakta yarar var.
Bütün bunlar bir arada göz önüne alındığında, muhalefetin parçalarının, ortak bir vizyon oluşturmaya çalışırken bazı (oldukça temel) konuları dışarıda bırakmayı, genel ilkesel formülasyonlarla sınırlamayı tercih etmeleri daha gerçekçi gözüküyor. Önceliğin doğru yerden yakalanması ve ona odaklanılması çok önemli.
Somut tartışırsak; neyi genel ilkeler düzeyinde formüle edip bırakacaklar sorusuna (1) dış politika ve (2) Kürt sorunu olarak cevap verilebileceğini düşünebiliriz. Her iki başlığın da, giderek ideolojik bir hegemonya oluşturan “milliyetçilik” tarafından kuşatılmış olduğunu görüyoruz. İktidarla rekabet adına CHP’nin bir dönem soyunduğu milliyetçilik yarışının, ülkenin sorunlarını çözmek yerine tam tersine ağırlaştırıcı bir istikamet taşıdığı açıktır. Ayrıca, “adaları Yunan’a verdiler; tank palet fabrikasını sattılar; Süleyman Şah Türbesini kaçırdılar” gibi ucuz popülist argümanların pragmatik açıdan da işlevsel olmadığını, hayli etkisiz kaldığını kabul etmek gerekir. Böyle bir yarıştan yeni vizyon çıkmayacağı gibi kazanan taraf olmak da pek mümkün değil. Muhalefetin bu karakteriyle “yeni bir dış politika vizyonuna” soyunmasını beklemenin ve istemenin anlamlı bir teşvik olduğu söylenemez. Aynı biçimde, Kürt sorununda da, Millet İttifakı bileşenlerinin zorlayabilecekleri manevralarda hayalci beklentiler üretmemekte fayda var. Sorunun muhataplarını küstürmeyecek genel demokratik bir formülasyonda birleşebilmeleri, kazanç sayılmalı. Kısacası, bu alanların kısa vadede iktidarla rekabette öne çıkartılması yerine, doğru yaklaşımı ifade eden genel mesajlarla yetinilmesi daha makul gözüküyor.
Odaklanılacak öncelikler ise (1) ekonominin düzeltilmesi; (2) yargı bağımsızlığı ve hukuk devletinin inşası; (3) her düzeyde özgürlüklerin güvenceye alınması; (4) bunları sağlayacak bir sistem değişikliğiyle, başkanlık rejiminin tasfiyesi ve merkezinde parlamenter temsilin yer aldığı bir siyasal sistemin kurulması olarak sıralanabilir.
“Maksimalist vizyon” önericileri, muhalefetin bugünkü “minimalist söylemini” ve dağınık görünümünü eleştirirken haklı olmakla birlikte, bu öncelik ayrımını yapmadıkları ölçüde de yanlışa düşüyorlar kanısındayım.
Ayrıca, şu dört başlıkta sayılan öncelikler, hakkı verildiğinde ülkeyi köklü biçimde değiştirecek bir vizyon çerçevesi için güçlü bir zemine karşılık gelir. Ekonominin kurumsal güvencelerle iyi yönetimi ve Yargı – Hukuk Devleti – Parlamenter sistem dönüşümlerinin ne kadar temel alanlara işaret ettiğini açıklamak gereksiz. Her düzeyde özgürlüklerin tanınması ve güvenceye alınması konusu, bütün alt başlıklarıyla; hayat tarzlarının dayatılması sorunundan haber alma özgürlüğü ve medya ortamına, Kürt haklarından kadının statüsüne, yasaksız – çok sesli – özgürce tartışan bir sivil toplum Türkiyesinin inşası taahhüdünü oluşturur.
Muhalefetin bu başlıklar üzerine sergilediği performans gerçekten zayıf. Ağırlıklı olarak yönetimin hatâlarına dayanan; pahalılık, işsizlik, israf, yolsuzluk, ehliyetsizlik üzerine yoğunlaşan ve “biz iyi yönetiriz” çerçevesine sıkışmış bir söylem söz konusu. Bunlara zaman zaman kültürel kimlik hassasiyetlerini yansıtan mesajlar ekleniyor. Bunlar siyasal rekabette gerekli başlıklar ama yeterli olduklarını söyleyemeyiz. Güven yaratmak sadece eleştirmekten ve “biz düzeltiriz” taahhüdünden geçmiyor. Seçmenler sorunların farkında. Güven yaratmak; sorunları nasıl aşacağını ikna edici biçimde anlatmaktan ve buna gücünün yeteceğine inandırmaktan geçiyor. Avantajlarına da değindiğimiz çok parçalılık, mevcut dağınıklığıyla, çekim yaratacak bir güç merkezi algısı üretmekte zorlanıyor.
Temel vizyon belgesinin kamuoyunu da bilgilendiren ortak bir çalışma ile oluşturulması ve bunu kitlelere aktaracak çarpıcı bir söylem birliği üretilmesi, siyaset sahnesini ciddi biçimde değiştirecektir. Bu belgenin paydaşlarının Millet İttifakı’nın dışındaki partileri de olabildiğince kapsaması gerekir. Muhafazakâr damardan gelen aktörlerin böyle bir vizyon ortaklığının dışında kalması çok önemli bir zaaf oluşturur. Kararsızların durduğu zemin de göz önüne alındığında, bu partilerin böyle bir vizyon belgesinin kurucu unsuru olmasının, nicel varlıklarının çok üstünde bir değer taşıyacağı açıktır.
Çok renkli fakat dağınık değil.
Herkes kimlik duygusunu koruyor, kimse kimsenin içinde erimiyor.
Kendisini eksilmiş değil, iş birliği içinde güçlenmiş hissediyor.
Söylemesi kolay başarması zor. Fakat kazanmanın yolu da sanıyorum buradan geçiyor…
NOT: Bu yazının Millet İttifakı ile HDP ilişkisine hiç değinmediği, okuyanların gözünden kaçmamıştır. Bu, söz konusu sorunun önemsiz görülmesinden değil, tam tersine ayrıca tek başına tartışılmayı hak eden değerinden kaynaklanmaktadır. Başka yazıda buluşmak üzere.