Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIMüslüman aydınlar üzerine

Müslüman aydınlar üzerine

Evdeki hesap çarşıya uymadı; bir süre sonra performanslarıyla mücadeleyi kazananlar, referans sahiplerine özendiklerinde devşirildiler, performans referans sahiplerinin kazanç hanesine yazıldı. Bunun sebebi biz İslamcılar da diğerleri gibi temel gerilimin toplum/halk ile laik/seküler aydınlar arasında olduğunu düşünmemizdi. Yanlış teşhisimize göre sorun “laiklikte/sekülerlikte” düğümleniyordu, bu yanlıştı, sorun tamamen “aydın”da idi. Bu yanlış teşhis Müslüman zihnini millileştirdi/milliyetçileştirdi ve halkın hayat tarzını ve taleplerini masum ve hatta hakikatin kaynağı görme hatasına düşürdü.

Bizim değişmeyen gündem maddelerimizden biri aydınlardır. Gündemden düşmemesi de henüz bir vuzuha kavuşamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Kavuşması gereken mesele aydının bir zümre olarak merkezdeki sert çekirdeğin mi, toplumsal çeperin mi yanında yer almalı sorusuna aydının vereceği cevapta toplanır. Bu açıdan konu gündemdeki yeri soğusa da ara sıra yeniden ele almayı hak eder.

21. yüzyılın başlarına kadar emredici politikalar ve taşıyıcı araçlarla merkezi otoritenin empoze ettiği baskın kültür içinde şekillenen toplumun birinci derecedeki sorunlarından biri, kendisine yabancılaşmış aydınlar arasında varolan gerilimdi. Bundan 30 sene önce “toplum-aydın” gerilimini “Bir Aydın Sapması” adlı kitabımda ele almıştım, O zamanlar söz konusu gerilim son bulmadıkça, halk aydınların temsil ettiği kültürü “öldürücü”, aydınlar da halkın kültürünü, geleneklerini “ölü” bulduğunu yazmıştım.

Ali Şeriati (öl. 1977), “Kültür ve İdeoloji Etrafında Konuşmalar” adlı kitabında bilgi sosyolojisi açısından toplumları bir piramide benzetebileceğimizi söyler. Buna göre piramidin tabanında geniş halk kitleleri yer alır. Piramidin ikinci basamağında aydınlar var, tepesinde ise sayıları oldukça az olan “yıldızlar” oturmaktadır. 

20. yüzyılda yaşadığının Müslüman, doğulu ve İranlı olduğunun bilincinde olduğunu söyleyen Şeriati’ye göre, -kişi kendi dini, tarihi, coğrafi ve zamana ait doğru bir bilinç taşımadıkça Batı ile  sahih temas kuramaz- hangi çağda olursa olsun halk kitleleri aynıdır ve çoğunlukla birbirine benzer. Hatta Avrupa tarihi için de durum aynıdır. Nitekim bugün de Vatikan’a gitseniz orada soğuk, yağmur, çamur ve kar dinlemeden pencereye çıkacak Papa’nın kolunu görmek için bekleşen yüzlerce insan bulursunuz. Nitekim geçenlerde (8 Mayıs 2025) Vatikan meydanında Robert Francis’in (XIV. Leo) seçim haberini binlerce kişi büyük bir heyecan ve umutla bekledi. Bu insanlar için Papa’nın vücudunun bir yerini görmek sonsuz bir mutluluk kaynağıdır, Papa’yı görmekle sene boyunca işlerinin iyiye gideceğine inanırlar. Avrupalı insan Ortaçağ’da da aynı şeyi yapıyor, aynı duygu ve düşünceleri yaşıyordu. 

Piramidin ikinci basamağında yer alan aydınların ise durumu biraz farklıdır. Genelde aynı çağı yaşayan ve ortak değerleri paylaşan aydınlar yaygın kanaatin aksine “muhafazakâr”dırlar; geçmiş çağlardan, bir önceki dönemden devraldıkları düşünce ve inançları var güçleriyle savunur, bunları halka götürmeye ve benimsetmeye çalışırlar. Aydınların kendi aralarında ilerici- gerici, sağcı-solcu, muhafazakâr- liberal veya ateist- Marksist gibi fraksiyonlara ayrılmaları, onların bilgi sosyolojisi açısından işgal ettikleri konumlarını değiştirmez. Aydınların ana misyonları, geçmiş dönemden tevarüs ettikleri düşünce ve ideolojileri savunmak, kendi zamanlarına taşımaktır. Konumlarını bu sayede kazandıklarından geçmiş zamana ait ideolojilere, düşünce ve yaklaşımlara sımsıkı sarılma lüzumunu hissederler. 

Aydınlar bu muhafazakar tutum ve duruşlarından  dolayı kendi çağlarını eleştiremezler, sorgulayamazlar. Aydınların muhalefeti sistem-içi kavgadan, şu veya bu sınıf ya da çıkar grubu adına iktidar mücadelesinden ibarettir. Başka bir kavgaya güçleri yok. Çünkü eleştiri bizatihi entelektüel/ ruhsal bir cesarettir, cesaret (şecaat) ise ahlak amaçlıdır. Bir insanın yaşadığı çağı sorgulaması ve eleştirme gücünü gösterebilmesi için. “yıldız” olması gerekir. Zirvelerden dünyaya bakamayan insan nasıl her tarafı, resmin tamamını iyi görebilir ki!. Yıldız olmak ise herkese nasip olmaz. Toplum piramidinin en üst kısmında yani tepesinde yer alanlar ise yıldızlardır. Yıldızların belirgin özellikleri, çağlarında varolan hakim düşüncelerle yetinmeyip yeni arayışlar içinde olmaları, gözlerini yeni ufuklara dikmeleridir. Eski Yunanlılar bunlara filozof” derlerdi, filozof toplumunun gerçek entelektüeliydi ve ana misyonu hikmet arayışıydı, İslami literatürde de gerçek entelektüellerin isimleri hikmet veya irfan ehli hakim ve ariflerdir.

Şeriati’ye göre yüzyılımızın (20. yüzyıl) yıldızları şunlardı: E. Ionesco, Rene Guenon, Alex Carrel, Franz Fanon, J.Paul Sartre, Prof. Chandel, Albert Einstein, Max Planck, T.S.Eliot, Heidegger, Jaspers. İslam dünyasında ise, Ömer Mevlüd, Katip Yasin, Ömer Uzgan vb. Bunlar kendi semalarında birer yıldızdır. Biz bu listeye başta merhum Şeraiti olmak üzere, Seyyid Kutup, Ebu’ A’la Mevdudi, Murtaza Mutahhari,  Muhammed İkbal, Said Nursi, Mehmet Akif, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır, S.Hüseyin Nasr, Malik Binnebi, İsmail R.Faruki, Nakib el-Attas, Perviz Manzur, Roger Garaudy, Aliya İzzetbegoviç, Muhammed Abid Cabiri, Taha Abdurrahman gibilerini ekleyebiliriz. 

Benim çok değer verdiğim Mehmet S. Aydın’dan ümidim vardı, yazık ki tam bu basamağa çıkacakken siyasete heves edip kendine ve topluma yazık etti.

(Haşiye: 1, 21 Yüzyıla girdiğimiz ilk aylarda bir grup ilim adamı, mütefekkir ve akademisyenlerle bir araya gelip “Yüzyılın Kritiği” adlı birkaç sayılık dergi çıkarmayı planladık. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Hayrettin Karaman, Bekir Karlıga, Niyazi Öktem, Turgut Kazancıgil ve  daha birkaç isim vardı. 20. Yüzyılı siyaset, uluslar arası ilişkiler, ekonomi, sosyal hayat, din, entelektüel birikim, felsefe, medya, bilim, doktrinler, sanat, edebiyat, sinema, şehir-mimari, demokrasi, anlam arayışı vb alanlarda geçmişten nasıl bir miras devralandı, ne oldu, ne olmalıydı soruları etrafında yüzyılı kritik edecektik. Tabii ki her başlığı konuyu çok iyi bilen birine yazdırmak gerekirdi. Konularla ilgili isimler gündeme geliyordu, isim tespiti kolaydı da bunlara ulaşmak pek kolay değildi. Kim mesela sanatı kritik edecek şu zata ulaşabilir diye sorulunca bir zat, hemen atılır en yetkin ismi söyler ve ona ulaşabileceğini, çünkü ilkokuldan arkadaşı olduğunu söylerdi. Bu bir iki kişiyle de sınırla değildi, neredeyse tespit ettiğimiz konularla ilgili iyi yazı yazacak her zatı ya kolejden, ya iyi bir üniversiteden ya yurtdışında gördüğü eğitimden tanıdığını söylerdi. Ben de hayranlıkla bu zatı dinlerken, Mehemt S. Aydın hoca kulağımı eğildi ve 

“-Oğlum Ali, ben Elazığ’ın, sen Mardin’in dağ başlarından geldik, biz zaten dünyaya 10-0 mağlup gelmişiz” dedi. Ben de gülerek

“-Doğru hocam ama şu anda aynı masa etrafındayız. Bu performans ile referans arasındaki ayırımın eşitlenmesidir” deyince güldü.

Ben hayatım boyunca eğer günün birinde adil, hakkaniyetli, paylaşımcı, ahlaki normları öne alan, özgür bir dünya kurulacaksa, bunun kurucuları performans sahipleri olacak diye düşündüm ve hep buna inandım, hala bu inançtayım. Böyle düşündüğüm zamanlarda Müslüman cümeüdü aydın enderdi, değeri çok yüksekti. Cemaatler, büyük bir iştahla çocuklarını (erkek-kız) okullara veriyorlardı. Bunun iki sebebi vardı, biri eğitimle basamak atlayacak, diğeri laik-beküler, üstenci aydınlarla kendi dilleriyle hesaplaşacaklardı.

Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymadı; bir süre sonra performanslarıyla mücadeleyi kazananlar, referans sahiplerine özendiklerinde devşirildiler, performans referans sahiplerinin kazanç hanesine yazıldı. Bunun sebebi biz İslamcılar da diğerleri gibi temel gerilimin toplum/halk ile laik/seküler aydınlar arasında olduğunu düşünmemizdi. Yanlış teşhisimize göre sorun “laiklikte/sekülerlikte” düğümleniyordu, bu yanlıştı, sorun tamamen “aydın”da idi. Bu yanlış teşhis Müslüman zihnini millileştirdi/milliyetçileştirdi ve halkın hayat tarzını ve taleplerini masum ve hatta hakikatin kaynağı görme hatasına düşürdü. Milliyetçilik de, demokrasi de halkı tek referans alıp da yüceltince, bize halkın iktidar seçkinlerine, kendileri o seçkin konumda olmadıkları için kızdıkları gerçeğini unutturdu. Oysa ulusun da halkın da ahlak ve hukuk umurunda değildi. Ulusun çıkarları ve halkın/toplumun seçimi/tercihleri yüceltilince ulusun ve halkın/toplumun ahlaksızlıkları ve hukuk tanımazlığı da “normal, masum ve siyasetin demokrtik talebi” sayılmaya başlandı. Halk/ulus yolsuzluk, rüşvet, nepotizm, saray hayatı, kamu kaynaklarının bir sınıfın lehine kullandırılmasına kızmıyor, neden kendilerinin yer aldığı kesime kullandırılmamasına kızıyor. 

(Haşiye: 2. Mesela hiçbir katma değeri yokken İGDAŞ sağ muhafazkar yönetimde her ana ve bazan ara haberden önce yandaş bir kanalda “İGDAŞ hava raporunu sunar” veteresi yayınlanırken, yönetim sosyal demokrat belediyeye geçince aynı ‘Hava Naporu’ yeni yandaş kanalda boy göstermeye başlar. Burada söz konusu olan belediyenin kendi yandaşı tv kanalına İGDAŞ üzerinden kaynak aktarmasıdır, kızgınlık rakip partinin İGDAŞ ‘Hava Raporu’nun kendi kanalında yayınlanmamasından kaynaklanan öfkedir. Halkın bu dönüşümlü kaynak paylaşımına itirazı yoktur, hatta takdir eder. 

21. Yüzyıla girdiğimizde artık halkın aydını vardır; anayurdu batıdaki gibi sol-sosyalist, liberal, milliyetçi, feminist Aydınlanmanın bütün renklerine sahiptir, radikal batılılaşma ve Kemalist laikliğe karşı verilen 150 yıllık mücadeleyi seküler menzilde karar kılıp sonuçlandırdı. Şimdi muhafazakar-mukaddesatçı halk ile İslamcı aydın artık mes’ud ve bahtiyardırlar.)

- Advertisment -