Mutluluğun resmini yapamayan ressam

Abidin Dino 32 yıl önce bugün, 7 Aralık 1993’de mutluluğun resmini yapamadan veda etti hayata. Ama sonradan dizeleriyle yanıtladı kadim dostu Nâzım’ın “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusunu: “… dolaşsaydık Türkiyeyi /bir baştan bir başa./ Yattığımız yerler müze olmuş, /Sürgün şehirler cennet. /İşte o zaman Nazım, /Yapardım mutluluğun resmini /Buna da ne tual yeterdi; /ne boya...” Olsun… O da hüznü sevinci, umudu direnişi, hayalleri, ilhamıyla zengin mirasımıza, “dünya malı”mıza eklendi belki.

Edebiyatla resmin buluşması birçok şairin, yazarın, ressamın hikâyesini de çok yönlü kılıyor. Resimden şiire yolculukta Metin Altıok’un şiir kitaplarında da kanatlanan desenleri hemen aklıma gelirken, yurttan dünyadan çok dallı sanatçıların örneği sayısız esasında. Sanatı yakından soluyanlar her dala konuyor.

Şairle ressamın dostluğu da zengin, derin hikâyelere vesile. Bazen resimli roman, siyah beyaz kareleriyle de bugüne miras kalan fotoroman. Bunlardan birisi Nâzım Hikmet ile (Celal) Abidin Dino’nun kadim dostluğu… Çoğumuz o muhabbeti “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”le biliyoruz. Hatta Dino’yu o dize vesilesiyle duyan, tanıyan da çok olmalı. 

“Kuş yuvası”nda şiirle koyun koyuna…

Dino 32 yıl önce bugün, 7 Aralık 1993’de veda etti hayata. Paris’te 80 yaşında, üç yıldır boğuştuğu tiroid kanserinden. Cenazesi Türkiye’ye getirilerek Âşiyan Mezarlığı’na gömüldü. Farsça anlamıyla o “kuş yuvası”, teşmiliyle o “mesken” birçok sanatçının, edebiyatçının, Orhan Veli, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi kıymetli, hüznü de mutluluğu da derinden şairlerin ebedi yuvası. 

Şiir doğumunda adı olmuş zaten Dino’nun. Anne tarafından dedesi Celal Paşa Bektâşî şairi. Diğer dedesi Abidin Paşa da unvanları arasına valiliğin, bildiği yedi dille Hariciye Nazırlığı’nın yanında şairliği, yazarlığı da ekleyen bir isim. Annesi Saffet Hanım hem edebiyata, hem müziğe sevdalı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sayıştay Başkanlığı yapan babası Rasih Bey de yazar ve çevirmen aynı zamanda.

“Renkleri yemiş gibi yerim”

Çok yönlü sanatçılığının kökleri -çepeçevre- aileden. Nâzım Hikmet’le Abidin Dino’nun dostluğu da dizelerle, desenlerle, resimlerle dolu. İkisi 64 yıl önce şairin “Paris’te tavan arasındaki otel odasında meydanlardan, yapılardan”, mimarlık sanatının büyüleyiciliğinden konuşuyorlar: 

“Abidin’le meydanda fırdönen Celalettin’den konuşuyoruz /Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor /ben renkleri yemiş gibi yerim”. Düşününce, bu ilginç, senli benli metaforu eğreti gelmiyor; denize bakınca maviye doyuyorsun, masmavi oluyorsun mesela. Bazen gaz bile yapıyor, gaz veriyor sana, hayatına. Maviye soyunan “yaz aşkları”na…

“Esmer günler”deki “saman sarısı”

Devam ediyor Nâzım: “Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediğimiz Titof Yoldaşın (Sovyet kozmonotlar) ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının”…

Ardından şiirle ilgisi olsun olmasın neredeyse herkesin dilin(d)e dolaşan o ünlü sorusu geliyor: “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin /işin kolayına kaçmadan ama /gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini /değil /ne de ak örtüde elmaların /ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı /balığınkini /sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin /(…) hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının”. 

Nâzım’ın “yemiş gibi yediği”, içindeki renkler o şiirinin adından da belli: “Saman sarısı…” Düşünüyorum da, birçok delikanlının “esmer günler”inde vardır bir “saman sarısı” herhalde. Sarı saçta en masalsı ton, kendi payıma. Balyalayınca güneşte az koyulaşanı değil ama… Yayıldığı, uzandığı tarlasındaki.

Nâzım’a soyadıyla hitap edememek

Dino’nun Nâzım’la kadim dostluğu 1930’da başlıyor. Yüz yıllık hikâye bizim için… Anılarını yazdığı, anlattığı “Kısa Hayat Öyküm” kitabında “Karşılaştığınız en önemli insan kimdi?” sorusuna “Öyle sanıyorum ki Nâzım Hikmet’ti” yanıtıyla da kayıtlı. 

“Onun kişiliğine, cesaretine hayran olmuş”: “Cesareti, yalnız dostları ve onun politik görüşlerini paylaşan in­sanlar tarafından değil, tutucu çevrelerde bile hayranlık uyandırıyordu.”

Yakınlıkları bir yıl sonra işbirliğine dönüşüyor. Şairin “Sesini Kaybeden Şehir” kitabının resimleri, desenleri Dino’dan… Sonraki yıllarda Dino sürgünde Nâzım cezaevinde.

(Yazılarıma konu olan hemen her isme sonraki satırlarda soyadıyla yer verirken, “Nâzım”ı “Hikmet” ya da -sonradan- soyadıyla “Ran” diyerek geçmeyi elvermiyor gönlüm. Sait Faik de öyle benim için. Sanki hayatımda o “yazı kuralı”nı delen yakın arkadaşlar gibi. Muhtemelen tersi artık zor gelen bir tür alışkanlık. Belki sonradan -kanunla- aldığı soyadına biraz uzak kalmak; oysa o soyadları Nâzım’la, Sait Faik’in bizzat kendi seçimleri.)

Aşkta masumiyet, meşruiyet aramak

Nâzım’ın Dino’ya sevgisi de köklü. Resim desen, çocukluğundan beri ilgi-bilgi alanı… Annesi Celile Hanım “ilk Türk kadın ressamları”ndan; “zamanın ötesinde, sıradışı, dik başlı bir kadın” olarak tanımlıyor onu kaynaklar. Sanata da o gerek doğrusu…

Resimden öte şairin bugün de dile “destan”, şiirine derman büyük aşklara ilk gençliğinden aşinalığında da belki “anne etkisi”nden söz edebiliriz. Sınırları zorlayanına yakından, annesiyle tanık olunca hoş gelmese de aşk işte. 

Aşkta masumiyet, meşruiyet aramak nafile. Öylesi “dar alanda kısa paslaşmalar” mı desem. İç bunaltıcı, yürek daraltıcı da fikrimce. Hem -diğer- elde var, Nâzım’ın aşk devriâlemi… Piraye’si, Münevver’i, Vera’sı da şiiriyle “aileden”. Piraye’nin mânâsındaki gibi şiirinin “ziynet”i hatta.

Cesareti annesinden öğrenmiş

Kaynaklarda Nâzım’ın “şiir hocası” Yahya Kemal’in (Beyatlı) annesine duyduğu büyük aşkın pek karşılıksız kalmadığı yazılı. O günlerde “kendisini defalarca aldatan” eşinden de ayrılıyor Celile Hanım. Yahya Kemal desen, o ünlü “Sessiz Gemi”si, Celile Hanım’ın yazın kaldığı Büyükada’dan İstanbul’a dönüşünü “ölüm misâli” anlatmasının eseri.

Kaynaklara da geçen rivayetlere, Nâzım’ın Yahya Kemal’in cebine “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz” notunu bıraktığı da ekleniyor. Cümlesi “veciz” olsa da ruhu “şiirsel” gelmiyor bana. “Kurallara uygun” (düm)düz metin… Zaten Nâzım da sonradan annesini “Fransız burjuva zevkine hâkim, cesur, delişmen bir çocuk” olarak anlatıyor bir mektubunda: “Cesur olmayı ondan öğrendim…”

Kuşları bile güldüren sorular

Sanatta da cesaret gerektiren günler kısa sürede kuşatıyor dostluklarını… Dino 1940’larda Bursa Cezaevi’nde ziyaret ediyor yakın dostunu. Sonrası yine baskılar, tutsaklıklar: “1946’da bir muhale­fet partisi kurulmuştu ama öte yandan Nazım’la birlikte birçok yazar, aydın içerdeydi. Demokrat görüşlü üniversite hocaları, üniversiteden kapı dışarı edilmişlerdi.” 

Envâi çeşidini bugün de yaşıyoruz. O gıptayla anılan Boğaziçi Üniversitesi hâlâ boğazımda düğüm misal. “Nasıl kıydınız?” sorusu bile tümüyle anlamsız. İktidarın hep yanıtsız bıraktığı sorulara, resmi, yasal soru önergelerine, artık anlamsız kalan sorular da ekleniyor. “Bu nasıl demokrasi?” desen, kuşlar bile güler, “kuş yuvası”ndan, “âşiyan”dan Tevfik Fikret’in deyişiyle “kahkaha-ı ye’s” yükselir. Yeisle gülmekle, ağlamak arasında solar, kurur soruların.

TKP üyesi Dino da o günlerde sürgünde zaten. Önce Çorum Mecitözü, ardından Adana… Orada yazdığı oyun (Kel) anında toplatılıyor. İki yıl sonra İstanbul’a dönüyor. Ardından “Çingeneler” filmine yazdığı senaryo da hemen yasaklanıyor.

Hikâyesi fena halde güncel 

O günleri şöyle özetliyor: “Artık canıma tak etmişti. Özgür olmak, özgürce düşünmek, düşün­düklerimi özgürce dile getirmek, özgürce yaratmak istiyordum. Türki­ye’de bunun olanağı yoktu, ayrılmayı düşündüm. Bu da ko­lay bir şey değildi.”

Yıllar önce yazdığı satırlar bugün de güncel. “Serbest bırakılanlar”da “adli kontrol ve yurt dışına çıkış yasağı fiks menü: “İktidarın yakın bir geçmişe değin her dönemde aydın­lara karşı kullandığı ilk silah, onlara pasaport vermemekti. Ben de tam bir yıl uğraştım pasaportumu alabilmek için. Gene de şanslıydım. Çünkü on yıl uğraşıp da pasaportunu alamayanlar vardı.

Neyse, eşin dostun yardı­mıyla sonunda pasaportumu alıp Türkiye’den ayrıldım. (1952’de yurtdışı yasağı kalkınca Paris’e yerleşiyor.) Ardımda, Ankara’da seramiklerimi bırakmıştım. Ben Türkiye’den ayrılınca, poli­sin birini tutuklaması gerekiyordu. Onlar da kimseyi bulamayıp seramik­lerimi tutukladılar. Tam Gogol’e yakışır bir öykü.” 

İltisaklı seramikle komünizm

Devamı da şimdiki zaman. Fena halde güncel: “Seramikler yargıya ‘intikal etmiş”, bir bilirkişi ku­rulmuş, onlar da bu seramiklerde komünist propagandasının varolduğu­na karar vermişlerdi. Hiçbir zaman bu propagandanın nasıl yapıldığı anlaşılamadı. (Bugünün hukukunda güncellenen “iltisaklı ve irtibatlı olmak”la biz anlıyoruz.)

Bunu anlamayanların arasında, galiba savcı da varmış, sonun­da seramikler altındaki imzamı orağa benzetmişler. Bugün de aynı imzayı atıyorum. Orak varsa, herhalde çekiç de vardır diye düşünmüş olmalılar. 

Neyse, sonunda seramikler ‘takipsizliğe’ uğradı, ama hiçbir zaman geri verilme­di. Yıllar yıllar sonra, ilk kez Türkiye’ye döndüğümde havaalanında siyasi polise konuk oldum bir-iki gece. Orada da sordukları bu seramiklerdi. Arada üç-dört genel af ilan edilmiş, ama anladığım kadarıyla benim sera­mikler bunların hiçbirinden yararlanamamıştı.”

“Ankarası” bizim de anımız… 

Dino’nun Ankarası” da beni hâlâ sokak sokak, sene sene gezdiren anekdotlarla dolu… Milliyet Sanat’ta 1 Aralık 1981’de çıkan yazısı bugün gibi aklımda. Ankara’da kaldığı yıllarda, Orhan Veli’yle buluşuyor sık sık: 

“Yeni Meclis karşısında, caddenin karşı yakasında, iyice çukurda, bir yönü sokağa, bir yönü küçük dereye ve bayıra bakan Mecdi Bey Apartmanı’nın bodrum katında oturuyorduk. Evden öte bozkır başlıyordu. Bizi görmeye gelen dostlar apartmanın kaygan basamaklarını inip, kapımızın zilini çalıyorlardı sık sık. 

Orhan Veli ise pencereden inmeyi yeğliyordu… Neden olmasın, her yiğidin bir yoğurt yiyişi yok mu? Orhan arka bayırı koşarak iner, yarış atı gibi dere hendeğini atlar, pencere kapalıysa upuzun parmağını tık tık cama vurarak Karagöz seslenişiyle geldiğini haber verirdiCam açılınca, upuzun leylek bacağını kolaylıkla içeri sarkıtıp, kendini odada bulurdu. 

Bu kendine özgü eve giriş yöntemi, Orhan’ın terbiyeden yana kusurlu olabileceğini düşündürmesin size. Orhan kadar terbiyeli kişi pek az gelmiştir yeryüzüne. Tam zamanında gelmesini, tam zamanında gitmesini bilirdi, tüy gibi hafif.” 

Hatıralara açılan penceler

Bu satırların belleğimin misafir odasına yatılı yerleşmesinin ana sebebi ise aslında Dino değil kadim dostum Gürbüz Özaltınlı… Çocukluk-ilk gençlik, lise arkadaşları, Bahçelievler’de o günlerde ailecek oturdukları eve her dem açık pencereden dalıp-çıkıyor. 

Yolunu bizzat kendisi yapmış aslında… Sanki o Urfa türküsünden fazlasıyla esinlenerek: “Pencereden atla gel /Ayağını topla gel /Eğer babam evdeyse /Kılıcını al da gel…” Öyle, o gazla dalıyorsun pencereden. 

Gündüzleri boş evleri ardına kadar açık, dönem, apartman mimarisinin inadına penceresiyle “iki kapılı”. Sonradan da pek vazgeçtiği söylenemez penceresi-kapısı-gönlü açık bu serbestiyetten. Yaşadığı evler hep çift kapılı. Farklı, açılımı hoş bir cereyan. “Yaş aldıkça durulur” diyorduk o zamanlar ama şimdiki evi üç kapılı

“Pencereden atla gel” 

Vaktiyle Ankara Eryaman’daki çift kapılı 1+1 dairesinden Ayrancı’daki çift kapılı evine taşınırken de… “Pencereden atla gel” îtiyadı, en kod altı, “bodrum katı” ama o sayede koca bir bahçeye, o saklı korunun manzarasına sıfır küçük, güzelim dairesinde de nüksediyor. Hem de Orhan Veli misali “bayırı koşarak gelme”yle başlıyor hikâyesi…

Zira apartman asansörsüz. Evine gelen sabırsız, sigaradan dermansız -başta Sedat (Amca)- arkadaşları, uzayıp giden dört kat merdivene katlanmayacağı için o dairenin asıl kapısını pek çalmıyor, hatta bazısı hiç bilmiyor. Apartmanın yanındaki ezelden boş arsanın engebeleri, tepeciklerinden -Orhan Veli usulü- yuvarlana-zıplaya-koştura direkt bahçesine ulaşıp, hep açık duran bahçe kapısından içeri dalıyor.

Böylesine gezdiren nostaljisiyle de bazı isimler şairin, ressamın, yazarın, müzisyenin, yönetmenin yakının oluyor. (Böyle -yakından- anlatınca haddimi aşarak Dino’ya da “Abidin” diyeceğim neredeyse…)

“Bedenine yapışan soru” 

Yazıma ilham olan Nâzım’ın o ünlü şiirindeki soru, Dino’nun kendi deyimiyle “o gün bugün sökülüp atılması olanaksız bir biçimde bedenine yapışmış gibi”: “Şiirinde bu soruyu sorarken, mutlulu­ğun resmini yapamayacağımı biliyordu Nazım. Bu mutluluk imgesi şiirde de olanaksızdı. Yaşanan günler buna izin vermiyordu.

Tabii Nazım’dan Neruda’ya, Neruda’dan Aragon’a ve daha birçok ozan mutluluğu dile ge­tirmişlerdir. Ama Nazım’ın bana yönelttiği sorunun yanıtını ben resimle­rimde veremedim.” (Zeynep AvcıA’dan Z’ye Abidin Dino, Yapı Kredi Yayınları, ilk baskı 2000)

“Ne tual yeter, ne boya”

Yine de yıllar sonra o soruya karşılık veriyor Dino. Ama bir tabloyla değil dizeleriyle: “İnebilseydin o vapurdan /Ayağında Varnanın tozu /Mavi gözlerinde yanıp tutuşan /hasretle kucaklayabilseydim /seni, bir daha. /Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi /Bağrımıza bassaydık seni Nazım,

Yapardım mutluluğun resmini /Başında delikanlı şapkan, /kolların sıvalı, kavgaya hazır /Bahriyeli adımlarla düşüp yola /Gidebilseydik Meserret Kahvesine, /İlk karşılaştığımız yere

/Ve bir acı kahvemi içseydin. /Anlatsaydık /o günlerden, geçmişten, gelecekten, /Ne günler biterdi, /Ne geceler…

(…) Ve dolaşsaydık Türkiyeyi /bir baştan bir başa. /Yattığımız yerler müze olmuş, /Sürgün şehirler cennet. /İşte o zaman Nazım, /Yapardım mutluluğun resmini /Buna da ne tual yeterdi; /ne boya…”

Reprodüksiyonu da yeter 

Yazımın başında hayatları “resimli roman” demiştim ama mutluluğun resmini yapamadı Abidin Dino. Olsun… O da hüznü sevinci, umudu direnişi, özü sözü derin eserleri, hatıraları, hayalleri, ilhamıyla zengin mirasımıza, “dünya malı”mıza eklendi belki. Bazen o resmi hayal etmek, umutla aramak, gönül odana -kendince- reprodüksiyonunu asmak bile önemli adım; bazen yokuş yukarı soluklana soluklana, bazen bayır aşağıya yuvarlana-zıplaya-koştura…

YAZI FOTOĞRAFI: Soldan sağa, Avni Arbaş, Güzin Dino, Nâzım Hikmet, Abidin Dino, Vera Tulyakova.

Önceki İçerikBahçeli: “PKK’nın kurucu önderinin mesajları makul, müspet ve muteberdir. Berrak suyu bulandırmanın anlamı yoktur”
Sonraki İçerikÖzgürlükten kaçışın hikayesi: Büyük engizisyoncu üzerine notlar