Geçen hafta uzun bir aradan sonra katıldığım bir televizyon programında söyleyip geçtiğim bir cümle, “bir” kelimesi düşürülüp hafta boyu çeşitli sitelerde haber oldu.
Tabii ki videoyu izleme zahmetinde bulunmayanlar benim “Türkiye’nin AK Parti’ye ihtiyacı var” dediğimi yazıp, okudular.
Halbuki ben “Türkiye’nin bir AK Parti’ye ihtiyacı var” demiştim.
“Bir” önemli bir ayrıntıydı.
Belki de deyinip geçmemek, biraz daha açmak gerekiyordu.
Bu vesileyle biraz daha açmakta fayda var.
Aslında bir süredir beynimde dolaşan ama teslim olmak istemediğim bu kanaati pekiştiren Narin’in halen süren trajedisi sonrası yaşananlar ve söylenenler oldu.
Böyle anlaması ve birlikte yaşanması zor trajediler insanın temel dürtüsü olan hayatta kalma hissini tetikler, öfke, nefret duygularını yükseltir, böylece en ilkel reflekslerimizi ve en derindeki samimi fikirlerimizi uyandırır.
Böyle dönemlerde keskin fikirler, en radikal çözümler popülerleşir, fikren öze dönüşler yaşanır.
15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı korku da bütün bunları tetiklemişti.
Tarihimizde bu travmaların en büyüğü Birinci Dünya Harbi’ydi. Hala daha travmaları sürüyor.
Yıkımı gören kuşağın korkuları Cumhuriyetin kuruluş ideolojisini oluşturdu. Sadece dış düşmana değil, içerideki düşmana karşı da hep tetikteydiler. İç düşman listesinde hainler, bölücüler, mürteciler, komünistler, ekaliyetler ve cahil köylüler başı çekiyordu.
Dönemin edebiyatı bu iç düşmana karşı nefretin en açık görünür olduğu metinlerdi.
1930’ların başında rejimin ideologluğuna soyunmuş Kadro ekibinden Yakup Kadri’nin 1932’de yazdığı Yaban, bunun en samimi örneğiydi.
Romanda Birinci Dünya Savaşı’nda cephede kolunu kaybeden İstanbullu eğitimli, şehirli Ahmet Celal’in, İstanbul işgal edilince yerleştiği Porsuk Çayı kenarındaki Anadolu köyünde yaşadıkları anlatılıyordu.
Çok Doğu’ya gitmemişti Ahmet Celal. Ama o kadar Anadolu bile ona yetmişti:
“Anadolu adeta barbarlar tarafından hırpalanmış körpe bir genç kız gibidir; gözü, kolu, bacağı veya herhangi uzuvlarından biri eksik insanların, hastaların ve yaşlıların yaşadığı bir mezarlığı andıran bir yerdir.”
‘Anadolu… Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır.’
Ama Ahmet Celal’e göre bunun suçlusu da o köyleri aydınlatmayan Türk aydınıydı:
“Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi?”
Türkiye’nin son 40 yılında bu bakışın ayıplandığı bir dönem de oldu.
Ama 22 yılını dolduran ve gittikçe her meseleyi elindeki sopasıyla çözmeye çalışan AK Parti iktidarına karşı hınç ve öfke hisleriyle bu arkaik fikirler ve nefret dili çözüm gibi görünmeye başlandı.
Artık siyasal İslamcıların hakkından ancak öyle gelinebildiği için İstiklal Mahkemeleri’ne hak veriliyor, vahşi aşiretleri diz getirip modernleştiren Dersim Katliamı meşru görülüyor, 28 Şubatçı generaller, Jitemci infazcılar ve işkenceciler “based” diye mezarlarından kaldırılıyor, “old laik day” diye eski Türkiye övülüyor. Akademide askeri vesayetin kuvvetler ayrılığına neden olduğu gibi tezler, liberal ve sol entelektüellerin erken Cumhuriyet eleştirilerinin Kemalist eleştirileri üretiliyor.
Ama bu sadece altın çağ gibi sunulan Türkiye’nin “Ancien Regime” ına romantik bir özlemden ya da iktidara yönelik bir tepkiden ibaret kalmıyor.
Aynı zamanda kızıl komünist gibi bir hakaretmiş gibi kullanılan “siyasal İslamcı” terkibiyle milyonlarca dindar-muhafazakarlara karşı büyük bir nefret dalgası yükseliyor, neredeyse tarikat-cemaat kelimeleri cinsel taciz, tecavüzle anılıyor, siyasi tercihleri yüzünden köylülere, taşralılara, ‘cahillere’ olan öfke Yakup Kadri romanlarını aratmıyor.
Bu nefret dilinin ne kadar sıradanlaştığı, meşru ve olağan görüldüğünün en çarpıcı örneği oldu Narin’in trajedisi.
Aslında ortada bu klişelere tam oturmuyan bir aile ve mahalle var.
2015’de HDP’ye, 2023’de kendi adayları olduğu için İYİ Parti’ye, 2024’de AK Parti, DEM ve HÜDA-PAR’a oy vermiş, pragmatik bir mahalleden zorla bir “Hizbullah Köyü”, minaresiz bir camideki kızlı erkekli karışık yaz elifba kursu dışında dini bir müessese yokken bir tarikat karanlığı, şehre 15 dakika uzakta, ikisi kadın dört öğretmenli ilkokulu, çok yakınlarında fen liseleri, Anadolu liseleri varken “Cumhuriyet’in ulaşamadığı bir erişilmez, yobaz köy” çıkarıldı.
İlkokula giden Narin, kız olduğu için okula gönderilmeyen bir Kürt kızı kardelen gibi anlatılıp, Türkiye’de muhafazakarın kendilerine karşı nefret dolu ve dışlayıcı diliyle hatırladığı Türkan Saylan özlemle hatırlanıyor.
Bir aile cinayete karıştı diye çocukların ailelerine değil devlete ait olduğu gibi 1930’larda son kullanım tarihi geçmiş arkaik tezler ileri sürülüyor.
Laik kesimin sadece bu fikirleri hep yüreğinde taşıyan yaşlı kuşağı değil, daha genç, eğitimli, farklı kesimlerle, muhafazakarlarla diyaloğu olmuş profillerinden bile cinayeti köye Cumhuriyet’in girememesine, tarikatlarla yeterince mücadele edilmemesine, Türkan Saylan’a yapılanlara bağlayanlar oldu.
Son bir haftada etrafta Ahmet Celaller dolaşıyor, kriminal bir suç çoktan köylülüğe, cehalete, Kürt geleneklerine, namaz kılanlara yıkıldı.
Bütün bunlar bu fikirlerin ne kadar köklü refleksler olduğunu hatırlatıyor.
Bu trajedi kimilerinde “idam etmek lazım” gibi radikal çözümleri depreştirirken, laik kesimde de Kemalist aydınlanmacılığının üzerinde az düşünülmüş hızlı formüllerini, köylü, mürteci nefretini pekiştirmiş görünüyor.
Eğitim, birlikte yaşamak, demokratik kültür, asgari hukuk duygusu böyle öfke krizlerinde işlevsiz kalıyor, gerçek, öz, samimi fikirler geri dönüyor.
Bir çocuk cinayetinin bütün suçu, elde bir veri, somut bir karine yokken bile milyonlarca insanın üzerine atılıyor, siyasal İslamcılık neredeyse taciz, tecavüz ile birlikte kullanılıyor.
Bu tehlikeli bir öfke.
Laik kesimlerin, 22 yıllık AK Parti iktidarının da öfkesiyle dindarları her türlü kötülüğün kaynağı gibi görmeye hala devam ettiğini gösteriyor.
İşte her an harlanabilecek, iktidar gücüyle yangınlar çıkaracak bu öfkeye karşı Türkiye’nin iç barışını koruması için güçlü bir muhafazakar partiye ihtiyacı var.
Muhafazakarların, dindarların haklarını savunacak, onları iktidarın ve toplumsal merkezin içinde tutacak, geçici olmayan, CHP gibi kök salacak, kuşaklar arasında kurumsal kimliğini koruyacak Büyük Sağ Parti ihtiyacı bu.
Türkiye’de laiklerin CHP’si var. Günün sonunda liberal ve sol haylazlıklar yapan çocuklar, kriz anlarında baba ocağı gibi CHP’ye geri dönebiliyorlar.
Muhafazakar, dindarların ise bugüne kadar böyle uzun ömürlü bir partisi, bir baba ocağı olmadı.
AK Parti, temsiliyet olarak buna en yaklaşan, en uzun süreli iktidarda kalan sağ parti.
Ama AK Parti uzun süredir bu tarihsel ve sosyal rolünün bilincinden uzakta, şahsi ikbalini düşünen, kariyerist, dar kadrocu bir anlayışa teslim, Stalinist tasfiyecilik mikrobunu kapmış, kapsayıcılık yerine dışlayıcılıkla her seçimde biraz daha küçülüyor.
Muhafazakarların CHP’si olma şansını zora sokuyor. Kendi kendini marjinalleştiriyor, bir zamanlar kapsayabildiği liberallerden Kürtlere uzanan geniş yelpazeye artık hitap edemiyor, gücü azalıyor ve böylece Türkiye toplumunda ve siyasetinde sosyal barışı sağlayan altın oran bozuluyor.
Bugün iktidarın güçlü olduğu günlerde bu ihtiyaç tam olarak hissedilmeyebilir ama yarın iktidarın elden gittiği bir anda bu ihtiyaç hissedilecek.
Türkiye’nin adı AK Parti ya da değil, bir AK Parti’ye ihtiyacı var.
Kişi partisine dönen AK Parti maalesef bu ihtiyacın ciddiyetinin farkında görünmüyor ama Türkiye’deki muhafazakarlar, dindar demokratlar, Kürt muhafazakarlar ve liberaller bu tehlikeyi görmeli.
Korkular tetiklendiğinde ve güç dengesi lehte değiştiğinde Türkiye’de hukukun, ifade ve medya hürriyetinin nasıl hızla atın terkisine atılabildiğini gördük.
Yakın tarihte defalarca tekrarlanmış bu durumun bir kere daha tekrarlanmayacağını düşünmek saflık olur.
Bu riski iyiniyetlere, zamanın ruhuna bırakmamak için Türkiye’nin merkezinde kalan, kapsayıcı, güçlü bir sağ partiye, bir AK Parti’ye ihtiyacı var.
Bakalım AK Partililer de bir gün kendi partilerinin bu tarihi rolünün farkına varıp, bu kadar ucuza bu tarihi imkanı harcamamaları gerektiğini anlayacaklar mı?