Görmek ve bakmak aynı değil. Görmekle etrafımızdaki dünyayı gözlemler, onun farkına varırız. Bakmakla dünyaya bir anlam veririz. Göz görür, bakış ise toplumsal olarak inşa edilir. Sadece gözlerimizle değil zihinlerimizle de görürüz. Neyi ne kadar ve nasıl görüyoruz? Neyi ne kadar görmemize izin veriliyor? Görme kudretimiz de tıpkı lisan gibi, içinde yaşadığımız toplumsal kültür ve güç ilişkileriyle inşa edilir. Bir dizi fikir, hüner, beklenti ve arzunun süzgecinden dünyaya bakarız. Toplumsal sınıfımız, cinsiyetimiz, milliyetimiz, dinimiz, yaş ve eğitimimiz bakış açımızın sınırlarını çizer. Saf ve masum bakış, bir efsanedir. Dil gibi göz de toplumsal ve kültürel olarak inşa edilir.
Yıllar önce değişik milletlerden öğrencilerin olduğu bir sınıfta, kültürel psikoloji dersinde Türk, Arap ve Japon öğrencilerimden isimlerini tahtaya yazmalarını rica etmiştim. Beklendiği gibi ilk harften sonraki yönlenme soldan sağa, sağdan sola ve yukarıdan aşağı şeklinde gerçekleşti. Yazıyı kullanma biçimimiz dahi evvel emirde neye ilk kez dikkat edeceğimizi belirler. Göz nereyi ve hangi yönde tarayacaktır? ‘Bir şeye sadece bakmayız’ der John Berger, ‘her zaman şeylerle kendimiz arasındaki ilişkiye bakarız’. Bakmak dünyayı yansıtmayı değil düzene koymayı, biçimlemeyi ve sınıflandırmayı hedefler. Bu yönüyle bakmak bir performanstır ve ‘görme biçimleri’ni öğreniriz.
Sömürgeci bakış, boyun eğdirilenlerin gözlemcinin değer sistemi üzerinden tanımlandığı bir durumu anlatır. Bu bakış, üzerine düştüğü yerliyi çocuksu ve basit bir varlık olarak resmeder, böylece ona buyurur, onu hizaya sokar. Sömürgeci bakış, merkeze Batılı özneyi yerleştirir. Bakmak, iktidardır. Kameranın ve deklanşörün gerisinde kim var ve dünyaya dünyanın ne olduğuna dair imgeleri kim yayıyorsa, ‘efendi’ odur. Bakan, kendisini bakılandan üstün bir konuma yerleştirir. Said’in çığır açıcı çalışmasında gösterdiği gibi, Doğu Batının fantezilerini karşılamak için kurgulanır. Avrupa ve Batı, Doğu sayesinde kendini tanımlar: ‘Ben Doğu ve onun temsil ettikleri değilim’ der. Oryantalizm, Batı ve Doğu arasında telif olmaz bir ayrışma inşa ederek, tüm olumsuz nitelikleri Doğuya atfeder. Bunun izlerini günümüzün popüler kültüründe sürmek mümkündür: Hollywood için bütün Arap erkekleri terörist, Asyalı kadınlar ise şuh ve baştan çıkarıcıdır!
Batı Doğuyu kendi sözleriyle tanımlamaya başladığında onun üzerinde fikri bir üstünlük ve ekonomik denetim kurmaya da başlamıştır. Doğuya izafe edilen kimlik, onu fethetme ve sömürme için bir kaldıraç vazifesi görürken, beri yandan Batının kendi geçmişini yeni bir biçimde inşa etmesine izin verdi. Zıtlık yaratan ‘Öteki’ni itham ederek saflar sıklaştırıldı ve ‘üstün uygarlık’ fikri yaygınlaştırıldı. G. Delanty’nin sözleriyle : ‘Doğu, Batı için bir tehdit olmaktan çıktığı zamandan beri, romantik Ötekiliğinden ziyade Doğunun despotik yapısı üzerinde daha az durulmaya başlandı. Hristiyanlık ve İslam arasındaki zıtlık, yerini daha seküler bir uygarlık-barbarlık çatışmasına bıraktı. Kafir Türk fikri, barbar Türk fikrine dönüştü’. Doğu artık bir arzu nesnesidir, bu arzuyu besleyen de onun farklılığı ve ötekiliğidir. Doğu durgunluk ve çöküşün Batı ise üstünlük ve rasyonalizmin temsilcisiydi. Batı Doğu olmayandı, Batı kimliği de Doğunun reddi ve inkarından devşirildi. Bu noktadan hareketle, ırkçılığın Avrupa fikrinin özünde yattığı, Hayali Doğu tasavvurlarının Avrupa kimliğini oluşturmakta kullanıldığını söyleyebiliriz.
Şimdi gelelim asıl meseleye: Türkiye’ye ve dünyaya baktığımızda kimin gözleriyle ve ruhuyla görüyoruz? Bence ülkemizde düşünce tartışmaları biraz da bu sorunun cevabı etrafında şekilleniyor. Kendi toplumuna baktığında tiksinti duyanlar, dünyayı dedelerinin gözüyle görüyor olmasa gerektir. Kendi toplumuna ‘muktedirin ifsad edici bakışı’ üzerinden bakan onunla bir alış verişe girmez, sadece bakar ve istediğini ondan alır. Buna ‘turist bakışı’ da diyebiliriz. Kişi, bakışın sahibini bakılan nesneden daha üstün kılan bir güç ilişkisine ram olmuştur. Onunla hem dem ve hemhal olmak üzere çevirmemiştir gözlerini, sadece bakışıyla boyun eğdirmek ve kendine tabi kılmak ister. Bu yüzden adına ‘beyaz Türklük’ denen ideolojik yumağın bir kendinden nefret ideolojisi üzerine kurulu olduğunu sanıyorum. Bakarken kendi toplumunu, ona mahsus olanı sömürgeleştiren, esmerliğinden utanan bir bakış. Kendi kültüründe ve geçmişinde beğenmediği ve olumsuzladığı ne varsa, onu ‘yerli’ye yansıtır ve sonra eliyle işaret ederek şöyle der: ‘Bak, zenci!’… Kendinden nefret yakıcı bir ruh hali, ruhundaki gölgeyi fark eden adam ondan kaçmak için umutsuz bir amok koşusuna çıkar. İnsan gölgesinden sadece karanlıkta kurtulabilir.
Kendini sömürgeleştirme, sadece Batılı düşünce kalıplarını benimsemekle daha güçlü ve uygar göründüğünü düşünen okumuşların hastalığı değildir üstelik. ‘Beyazlık’ artık yirmi yıldır iktidar aygıtlarıyla ve onun getirdiği maddi zenginlikle tanışan muhafazakarlara da sari olmuş bir hastalık. Burada söz konusu olan, beyazlığın sadece fikir düzleminde değil, Batılı tüketim kalıp ve alışkanlıklarına teslim olmakla da varlığını sürdürmesidir. Üstünlük artık takvada değil, cüzdan ve egoların şişkinliğindedir. Batıcı tedrisatın elinde yönü şaşırtılmış garpzede, dedelerinin ruhunu yasladığı güvenlik kaynaklarından nasıl utanır hale geldiyse, haram/helal bilmeyen tamahkar muhafazakar da kendi yoksul geçmişinden, esmerliğinden, şimdi ona eziklik gibi görünen eski tevazuundan utanır haldedir. Göz ve gönül ilk bakışta neyi görmektedir, mesele budur. Uğruna dertlenilecek bir dünya ve ülke mi görüyoruz, yoksa dünya iştahına lokma edilecek, yağmalanacak bir toprak parçası mı? Bütün iniltileriyle üzerimize gelmekte olan bir tarih mi görüyoruz yoksa parsellenip satılacak bir gelecek mi?
‘Neyi arıyorsan sen osun’ demişti Mevlana. Bir ilave yapmama izin verilsin. Nereye bakıyorsan sen osun. Nasıl bakıyorsan sen osun. Ve aynı zamanda sen bakamadığın, gözlerini kaçırdığın şeyin de ta kendisisin.