Meclis’te artık o kadar da ilgi çekmeyen bütçe görüşmelerinden sosyal medyada en çok konuşulan iki genç AK Partili kadın milletvekilinin yaptığı konuşmalar oldu.
Milletvekillerinden biri Türk Uzay Ajansı bütçesi görüşülürken, az önce ağır ekonomik şartların, insan hakları ihlallerinin, demokrasi ve hukuk sorunlarının konuşulduğu kürsüye çıkıp “Meclis kürsüsünün milletin pozitif gündemlerine sıkı sıkı sarılan, ümit telkin eden” bir kürsü olması gerektiğini söyledikten sonra Teoman Duralı’yı Heidegger’e atıfla andı, Astronominin altın çağını bizler kucaklamışızdır diyerek Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı’nı, Şeyh Galip’in insanı “Zübdeiâlem” olarak tanımlamasını Millî Uzay Programı’mızın Göktürk Yazıtları’ndaki “Gökyüzüne bak Ay’ı gör” mottosuyla açıklanmasına bağladı.
Başka bir genç milletvekili ise gerçekten de büyük bir heyecanla gençlikle ilgili hayallerini paylaştı. Doğu’da bir gencin sadece canı istemediği için kodlama ve robotik öğrenmediği bir Türkiye hayal ettiğini söyledi.
İki konuşma da belki bir miktar anlaşılmaz, pseudo-entelelektüel performanslardı ama söylediklerinde kızılacak, ayıplanacak bir şey yoktu.
Üstelik bunları söylerken samimi ve heyecanlı oldukları da görülebiliyordu.
Peki neden iki genç milletvekilinin ağır gündemin ortasında Meclis’te yaptıkları konuşmalar sosyal medyada tepki çekti, dalga konusu oldu?
Galiba insanları rahatsız eden iki genç kadın milletvekilinin kayıtsızlıklarıydı.
Verilen tepkilere bakılırsa, bundan 10 yıl önceki Türkiye’de hoşluk olarak görülebilecek iki genç milletvekilinin heyecanı, umudu ve neşesi, ağır ekonomik sorunlar yaşayan, söylediklerini bin kere tartıp konuşan, ‘Silivri soğuktur’un günlük konuşmalara girdiği, iyi eğitimli tecrübeli doktorların bile kaçmaya çalıştığı bir ülkenin gençlerine dokunmuş, onları kızdırmış görünüyor.
Aslında son haftalarda iktidar çevrelerinden özellikle ekonomik krizle ilgili gelen açıklamaların pek çoğu benzer tepkiler alıyor.
Bakanlar, milletvekilleri, valiler, belediye başkanları, bürokratlar, iktidara yakın işadamları, gazeteciler ekonomiden şikayet eden halkı nankörlükle suçluyor, işsizliğin değil iş beğenmemenin olduğunu söylüyor, “eskiden bunlar yoktu” diye insanları şükre çağırıyor, dünyayla çıldırtıcı kıyaslarla olan biteni meşrulaştırmaya çalışıyor, gerekirse soğan yeriz gibi tutamayacakları efelelikler yapıyor, dış güçler masalları insanları sıkınca, Kitap, hadis, siyer açıp ayetleri mızrakların ucuna geçiriyorlar.
Bu kayıtsızlık, empati yoksunluğu, ülke gerçeklerinden kopukluk, insanların dertlerini paylaşamayan mutlu azınlık görüntüsü insanları öfkelendiriyor.
Ama artık iktidarın çevresinde bu öfkenin bile tam olarak farkında olmayan, toplumun düşman olarak bellediği kesimleriyle empati hislerini büyük ölçüde kaybetmiş, yaşadıkları hayattan ve ayrıcalıklarından memnun, gerçekle kavga eden bir “nomenklatura” sınıfı var.
Nomenklatura; Latince kökenli bir kelime. İndeks, isim listesi demek. Ama bugün dünyanın herhangi bir yerinde biri nomenklatura deyince akla sadece Sovyetler gelir..
Kavram, Tito ile birlikte çalışmış ama daha sonra komünist partiye dönük eleştirileri nedeniyle hapse atılmış Yugoslav komünist siyasetçi Milovan Djilas’ın hapisteyken yazdığı kitaptaki “yeni sınıf” teorisine dayanıyor.
Djilas’a göre komünist ülkelerde teorinin tam tersine bir gelişme yaşanmış ve parti yeni bir sınıf yaratmıştı.
Djilas’ın yeni sınıfı anlattığu yazısı ancak yurtdışına kaçırılarak yayınlanabilmişti. Oldukça sertti:
“Muhalefetle ve yarı komünist gruplarla mücadelede ortaya çıkan ve iç yekpare birlik, hareketin içindeki itaatkâr danışmanlar ve robot bürokratlar birliğine dönüşür. İktidara tırmanışta, hoşgörüsüzlük, yaltaklık, eksik düşünme, kişisel yaşamın kontrolü yoldaşça bir yardımdır, şimdi ise oligarşik yönetimin bir biçimidir; hiyerarşik katılık ve içedönüklük, kadınların önemli ancak göz ardı edilmiş rolü, fırsatçılık, benmerkezcilik ve zorbalık eskiden var olan önemli ilkeleri bastırır. Yalıtılmış bir hareketin mükemmel insani özellikleri yavaş yavaş ayrıcalıklı bir kastın hoşgörüsüz ve ikiyüzlü ahlak kurallarına dönüşür. Bu yüzden siyasetle uğraşı ve yaltaklık, devrimin eski dürüstlüğünün yerini alır. Başkaları için, bir düşünce için, insanların iyiliği için her şeyi feda etmeye hazır olan eski kahramanlar öldürülmüş ya da bir köşeye atılmış değiller, onlar iktidar sınıfında ve hiyerarşik çevredeki yerlerini korumak için her şeyi, onur, şan, gerçek ve ahlak kurallarını reddetmeye razı fikirsiz, yoldaşsız benmerkezci korkaklar olmuşlardır. Dünya, komünistlerin devrim sırasında ve arifesinde oldukları kadar acı çekmeye ve fedakârlığa hazır çok az kahraman görmüştür. Komünistlerin iktidarı ele geçirdikten sonra oldukları kadar karaktersiz sefiller ve çorak formüllerin böylesine aptal savunucularını daha önce hiç görmemiştir bile. Mükemmel insanlık özellikleri hareket için güç yaratma ve çekme şartı olmuştur; özel kast ruhu ve etik prensiplerin ve erdemlerin tamamen ortadan kalkması, hareketin gücü ve devamlılığı için gerekli şartlar haline gelmiştir. Onur, içtenlik, fedakârlık ve gerçek sevgisi anlaşılabilen şeylerken, şimdi bilerek söylenen yalanlar, dalkavukluk, hile ve provokasyon giderek yeni sınıfın karanlık, hoşgörüsüz ve kapsayıcı kudretinin kaçınılmaz uşakları haline gelmiş ve hatta sınıf üyeleri arasındaki ilişkiyi bile etkilemiştir.”
Bu yeni sınıfın adını ise kendisi de bir zamanlar bu sınıfın bir üyesiyken Almanya’ya iltica eden Sovyet diplomat Mikhail Voslensky 1970’de aynı adı taşıyan kitabıyla koymuştu: Nomenklatura: Sovyet Yönetici Sınıfı.
Nomenklatura derken kastedilen Politbüro ya da Moskova’daki parti yöneticileri değildi.
Onların da içinde olduğu bürokrasiden, orduya, medyadan, iş ve sanat dünyasına kadar uzanan ülke nüfusunun yüzde 1.5’una yani Sovyet nüfusuna göre 2 milyon insana tekabül bir elit yönetici kitleydi.
Bunlar elitliklerini zenginliklerinden, soyluluklarından değil, komünist partisine sadakatten alıyorlardı. Buraya da parti yöneticileri tarafından bu sadakatleri nedeniyle seçilmişlerdi. Bu sadakati gösterdikçe de ülkenin imkanlarından, zenginliklerinden yararlanıyor, imtiyazlı bir hayat sürüyorlar, nomenklatura içinde yer almaya devam ediyorlardı.
Böylece sadakatleri topluma, ülkeye hatta komünist değerlere değil, partiye, onun yöneticilerine sadakate dönüşmüştü. Sadece onlara karşı kendilerini sorumlu hissediyor ve sadece onlara hesap veriyorlardı.
Kapalı devre bir sadakat üzerine kurulu bu elit kitle, halkla devlet arasındaki uçurumu büyütmüş, kendi iç ahlakını oluşturmuş, sistemin içeriden çürümesine neden olmuştu.
Sovyetlerin son döneminde de kendi çıkarları için gerçeklerin önünde bir perde olmuştu bu nomenklatura sınıfı.
Son ana kadar her şeyin yolunda olduğunu iddia ettiler, eleştirenleri karşı devrimcilikle, Batı’nın adamı olmakla, nankörlükle suçladılar.
Nomenklatura sınıfının cehaletten değil, konfordan kaynaklanan mutluluğu ve olan bitene kayıtsızlığı, umutsuz ve mutsuz insanların sinirlerini o zamanlar da bozuyordu.
Şimdi de süt fiyatları bile el yakarken biri Meclis’te çıkıp, büyük bir heyecanla ve mutlulukla Heidegger’in dil teorilerinden, Turgut Uyar’dan, Şeyh Galip’ten, gökten, uzaydan, robotik öğrenen Doğulu genç hayallerinden bahsedince insanlar sinirleniyor.
Muhtemelen Heidegger duysaydı, o da sinirlenirdi….