“Hades’in ülkesine indiğinde kapılardan birinin solunda, beyaz servinin yanında bir çeşme göreceksin. Bu unutuş çeşmesidir, sakın suyundan içme.”
Yunan mitolojisinden miras bu uyarı, British Museum’daki bir tabletin üzerinde yazıyormuş.
Efsaneye göre çeşmenin suyu, Hades’in ülkesindeki Lethe (Unutuş) Nehri’nden geliyor.
Debisi kuvvetli kollarından birisi de bizim buralardan geçiyor belli.
Unutuyoruz zira.
Uzunca süredir ne idüğü (idiği) belirsiz ülke gündeminden hızla geçen/satır arasında geçirilen önemli olaylar da nasibini alıyor bu nehirden.
Tümüyle unutmuyoruz da, üzerinde pek düşünmeyip flulaştırıyor, hatırlamamayı yeğliyoruz belki.
Hem içimizden (can-ı gönülden), hem dışımızdan (canları çektiği gibi) bir nevi erişim sorunu.
Özgecan Aslan 4 yıl önce 11 Şubat’ta öldürüldü.
Cinayetin ayrıntılarıyla açığa çıkan vahşeti, o dönem ülkeye yayılan infial, diri tutulan tepkiler ve belki biraz da Özgecan isminin pek yaygın olmaması, toplumsal hafızaya adıyla aldı o korkunç olayı.
Ama ne kadarını aldı, o cinayetin sarmal nedenini, nasılını, “manâ”sını da kaydetti mi… Bilmiyorum.
Dört yıl geçti… Özgecan kaç kere öldü, “Kaç kere ve nasıl?” hatırlıyor muyuz?
Cinayetten 14 ay sonra cezaevinde tabancayla öldürülen Ahmet Suphi Altındöken’in ifadesine başvuralım.
Durakta bekleyen Özgecan’ı minibüsüne alan katil yol güzergâhını değiştirince, kendi ifadesiyle “bayan”ın itirazına, “bağırarak konuşmasına”, direnmesine çok sinirlenmiş:
“Ben de iki elimle saçlarından tutarak, itekledim. İkinci koltuk ile üçüncü koltuk arasında düştü.
Geri kalkarken ayağımın tabanı ile karın ve göğüs bölgesine iki, üç defa vurdum. Belki bir tanesi de yüzüne gelmiş olabilir.
Tekme vurunca yerden kalkmak isterken boyun bölgesinde kan gördüm.
Bir tekme daha vurdum. Bu defa orta koridora düştü.
Düşerken kafasını bir yere çarpmış olabilir.
Koridorda hareketsiz ve baygın yatıyordu. Ben şoför koltuğuna geçtim…”
Koridorda hareketsiz kaldı, 20 yaşındaki genç kız…
Sonra arkadaşı Fatih’i aradığını söyledi katil.
Onunla konuşurken Özgecan bir kez daha doğrulmaya çalıştı.
Katil “elinin tersiyle” onu bir kez daha yıktı yere.
Sonra katil, basına yansıyan ifadesine göre henüz “ölü olup olmadığını bilmediği ‘bayan’ı” Fatih’e gösterdi.
Babasının evinin de olduğu mahallesine geldiğinde, kontrol etti genç kızın yaşayıp yaşamadığını:
“Bayanın hızlı bir şekilde nefes aldığını gördüm. ‘Fatih, yaşıyor, nefes alıyor ama boğazında kesik ve kan var’ dedim.“
“Durum karışınca” hemen çağırdığı kankası Fatih, belki böyle işleri bilen, suça mütemayil muhakemesi o yönde de “kestiren” biriydi…
Çünkü katilin iddiasına göre, “Kızın tırnaklarında kimliğini bırakmışsın, ellerini kes” de demişti.
Katilin bıçağı hazırdaydı zaten; sağ el direksiyon-viteste, bıçak “minibüsün sol kapı gözünde”. Yani elinin altındaydı hep.
Hani bir durum, bir “mesele” filan olursa trafikte, her zaman lazım…
Aldı oradan bıçağı ve “hâlâ yaşayan” genç kızın “boğazına, boynunun şah damarına doğru soktu”.
Sonra yine kendi cümlesiyle, “bir iki defa daha boğaz tarafına…”
“Bu arada ‘bayan’dan hâlâ hırıltılı bir ses geliyordu ve yaşıyordu.
Bayanın iki elini de bileklerinden kestim.
Tam araçtan inerken babam yanımıza geldi.
‘Arabadan ses geliyor, hırıltı geliyor’ dedi.”
İfadesine göre, elleri kesilirken de, hemen sonrasında da sağdı Özgecan.
Babası poşet getirdi, kestiği elleri ona koydu katil.
Ormana gittiler, Fatih, babası, “hep birlikte”:
“Araçta hırıltı sesi yoktu…”
Sonra yaktılar kızı…
Özgecan Aslan minibüse bindiğinde saat 20.05’di.
O kadar darbın, darbenin, tekmenin, bıçağın ardından 21.30’da hâlâ yaşıyordu.
O üç erkekten birisinde o rivayet edilen ve katil(ler)in de laf açılsa hemen gehgehleneceği bir gıdım “Anadolu delikanlığı”, bir vicdan kırıntısı, ideolojilerinden öte bir "sağ"duyusu olsaydı…
Hâlâ kurtulabilirdi Özgecan belki…
Lafı bile olmadı… Yakıldığında saat 22.00’dı.
Sayabildik mi, kaç kere öldü Özgecan?
Böyle sorulara yanıtımız pas tuttuysa, içerlerimizde bir şeyler kaç kere öldü…
Hürriyet Gazetesi’ndeydim o günlerde.
Sıfatı en iğrenç kelimelerle bile bulunamayacak o cinayeti, neredeyse gözaltı fotoğrafında yakalandığı bakışıyla bile malumu ilam eden o katili, medyada yayınlanan o korkunç ifade tutanağından hareketle köşe yazıma almıştım.
Yazarken duralamış, dayanamamış bazı cümleleri önce silip, sonra yeniden düşünerek “kontrol z” tuşuyla geri getirmiştim.
Zira açık yahut potansiyel vicdansızlığın, zalimliğin en sıradan, en boktan figüranlarında bile sınırsızca açığa çıkan, “ailece-arkadaşça” rahatça üleşilen şiddetin, yüzümüze inen bir “tokat gibi” anlatılması gerektiğini düşünüyorum.
Asıl derdim şiddeti tüm ayrıntılarıyla anlatmak değil. Bu her örnekte geçerli, etik bir yaklaşım da değil elbette.
Lâkin, katilin ifadesinde çokça kullandığı –kendi deyimiyle- “itekleme”lerin, sokakta-evde-evlilikte geçerli bir savunma sanıldığı, hatta sayıldığı bir ülkede şiddet çıplak gezmeli.
Üzeri hurda geleneklerle, nâmı adından beter “delikanlı” bahanelerle, mahkemede bile hafifletici neden sayılabilen “erkeklik” kisveleriyle örtülmemelidir.
Meramım şiddetin ve ona dayalı külhan söylemin her türünün, her “seviye”sinin pervasızca, devletten kula gezindiği bir ülkede, bizim her an “ne’yi”, “nasıl” seyrettiğimizi, bir “insan” olarak konumumuzu daha kuvvetli hatırla(t)mak.
Üç erkeğin rahatça, sanki “ormanda mangal” alışkanlığıyla el ele verdiği ve sadece Özgecan olayına has, yani bir istisna olmayan böylesine bir vahşetin, şiddetin iyice bilinmesi gerekiyor.
Bazen böyle olayları, medyanın o güya usturuplu tekerlemeleriyle, o her olayda aynı gözyaşına talip kelimecik haznesiyle değil, olduğu gibi görmeli.
Ki, sadece görmeyelim, iliklerimize kadar hissedelim.
Şiddeti, vahşeti “umumi adap ve aile nizamı”nın katlanabileceği hâliyle, o standarttiri kurgusuyla “bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk” sunan milli habercilik gevelemesi, böyle olaylardan uzak olsun.
Zira ister korkunç bir cinayet olsun, ister şehit, göçük, iş kazası… O dili kuruyası şablonundan okunuyor, öyle de gömülüyor mesele.
İşte o günlerden milli Özgecan haberi:
“Özgecan Aslan'ın cenazesi öğle saatlerinde hastane morgundan alınarak Mersin Şehir Mezarlığı'na getirildi. Genç kızın cenazesinin bulunduğu tabut, omuzlarda cenaze aracından indirildi. Gözyaşlarının sel olup aktığı cenaze töreninde, baba Mehmet Aslan'ın oldukça bitkin düştüğü görüldü. Kızının tabutu başında güçlüklü ayakta duran acılı babaya, yakınları destek olmaya çalıştı. Törene belediye başkanları… vs… katıldı.
İsimleri, “vaka”yı değiştirin, metni aynen yineleyin:
Morgdan alınır, mezarlığa getirilir… (Başka nasıl olacaksa)
Gözyaşları sel olup akar, bitkin analar, babalar, eşler tabutun başında –yakınlarının desteğiyle- güçlükte ayakta durur…
“Ölü töreni”ne erkân-eşrâf katılır… Destek, yahut erkâni-eşrâfi güvenlik tedbirleriyle cenazeye köstek olur…
Buyurun; yarının, öbür günün, gelecek haftanın haberleri… Açın televizyonu bakın.
Her zamanki gibi, gömün gitsin.
Özgecan’ı, ‘can’ları, milletçe, sükûnetle katlanılır hâle gelmiş/getirilmiş duygularımızla, o herşeye limon şefkatimizle, timsahtan beter medya gözyaşlarımızla uğurlayabiliriz. Her gün…
Sosyal medyada iki nokta üst üste, sağa bakan parantezli gülücüğü, iki nokta üst üste ters parantez yaparız. Tamamdır.
Oysa kurbanların, hepimizin öncelikle şiddeti eve, sokağa, kurumlara, her yere tüküren sivili-resmisiyle kültürle, tarihle yüzleşmemize ihtiyacımız var.
Kültür hesaplaşmasına… Tepeden tırnağa…
Şiddete, şiddet söylemine karşı daha duyarlı ve etkili bir topluma, kültüre, adalet sistemine, bireye yönelik koşaradımların milâdı olmalıydı sürüp giden böyle olaylar.
Aileleri, yurttaşları bilseydi ki, giden Özgecanları başka çocukların, kadınların hayatı için bir milât olmuş…
Evladının organlarıyla başkasını yaşatan ana-babalar gibi, teselliye benzer duygular yaşarlardı belki.
Gerisi… O her “ölü töreni”ne benzer okuma, görev bölümüyle koşturan zat-ı hümayunun ve “saf”a ilişmeye çalışan zat-ı muhalefetin ellerini önünde kavuşturması… Laf-ı güzaf.
Şiddet nehirlerimizde geziyor, unutuş çeşmelerimizde…
Öyle ki, Özgecan vahşetinde yanan yüreği de, şiddete dayalı “cezaevi adalet”inin içeri nasıl sokulduğu 7 savcı, 2 Başmüfettişçe belirlenemeyen silahla sağlayıp, katili öldürmesi serinletiyor.
Katili, 50 yıla hükümlü, katil zanlısı, nam-ı diğer “suç makinesi”nin öldürmesi…
Kısasa kısas infazın sosyal medyadaki gözde yorumu ise, “Adam gibi adamsın…”
Külliyen geçelim bunları.
Şiddetin bir yakası düşmanımız, öteki yakası hısım-akrabamız…
İki yakamız bir tek bu mevzuda bir araya geliyor.
“BAYAN”I ÖLDÜRMEK
“Kültür” deyince… Katil tüm ifadesinde kurbanı için defalarca (12 kez) “kültürel” bir vurguyu, “bayan” nitelemesini kullanmış:
“Durakta bir ‘bayan’ bekliyordu. ‘Bayan’ yol güzergahını değiştirdiğimi görünce… Ölü olup olmadığını bilmediğim ‘bayan’ı Fatih’e gösterdim. ‘Bayan’ henüz yaşıyordu… ‘Bayan’ın iki elini de kestim…"
Tuhaf geldiyse, gelmesin.
Bazı erkeklerin, kadınlara dair tek müktesebatı, ikrâmı o kelime.
“Bayan” dedi mi, elden gelen tüm nezaketini takınmıştır.
Uçuk gibi durur dudağında. Yeri geldiğinde önce o kelimeyi tonlayarak uyarır; “Bak bayansın… Git işine. Bayan olmasaydın…”
Olmadı, o zaman yükseltebilir kelimesini:
“Kadın, kadın… Kendine gel”.
Kadın yerine bayan denilmesi, çoğu yerde kadın kelimesinin cinsiyet değil, cinsellik ifade ettiğini düşünmekle açıklanıyor.
Erkek egemenliğinin ürettiği, bazen kadınların da o akla uyup, kabullenip “Ben bir bayanım dikkatli konuş” diyerek “eyvallah”ladığı meselenin sadece cinsellikle açıklanmasına doğrusu tam katılamıyorum.
Daha etraflı bir tartışma olduğu için uzatmak istemiyorum ama…
Dervişin fikri neyse zikri de, lügati de odur. Bu mevzuda da…
Ve o eğreti hitap, o bulanık fikri –iki taraf için de- az da olsa temize çekemez.
Afedersiniz diyerekten Google’a “bayan pornosu” yazdım, tam 31.900.000 sonuç çıktı!
Kirli akıl, kelimelerini kültürel bataklığından seçer.
Çoğaltırsa, oradan, o çöpten dönüştürür.